Ücretsiz Sevkiyat
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Çevrimiçi destek
Nihai ve 7/24 Destek
3d Güvenli ödeme
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hepsi Zamansızda
Güvenli alışveriş noktası
Hızlı ve güvenli ödeme
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Nihai ve 7/24 Destek
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hızlı ve güvenli ödeme
Yaşlı Adamın Hikayesi
Aralığın başıydı, dışarıda soğuk bir yağmur yağıyordu. Kışa girildiği doğanın suskunluğundan anlaşılıyordu. Kış, kızgın bir insan misali rüzgârı ve yağmuru yeryüzüne boca ediyordu. Kuşlar, böcekler, ağaçların yaprakları, inekler, tavuklar bile bu kızgınlıktan kaçar gibi saklanmışlardı. Rüzgârın uğultusu ve yağmur sesi dışında başka bir ses yok gibiydi. Herkes bu gazaptan kurtulmak için bir köşeye çekilmişti sanki. Daha bir ay öncesindeki hareketlilik, canlılık ve yaşam nasıl da böyle solmuştu? Yaşlı adam bunları düşünürken, açılması çok zor olan eski kapıyı tüm gücüyle itti. Tahta kapı gıcırdayarak açıldı. Elindeki odunların bir tanesi yere düştü. Kapı açılır açılmaz tatlı bir sıcaklık yüzüne çarptı. Hemen içeri geçip kapıyı kapattı.
Yer yer odanın tüm yaşanmışlıkları sayısınca dökülmüş beyaz lekeleri olan çağla yeşilini andıran bir renge boyalı odanın ortasında bir soba vardı. Sobanın üstünde ise akşamüstü demlenip sadece birkaç bardağı içilen tavşan kanı çayın alüminyum çaydanlıkta can çekişir gibi fokurdayan sesi odada yaşam belirtisi olduğunu gösteren tek şeydi. Bu ses olmasa oda, fakir evlerinin eski püskü duvarlarına asılan alelade bir resimden farksız olurdu. Oda dediğime bakmayın, bu oda aynı zamanda bütün bir evdi. Odanın sobaya en yakın olan köşesinde bir divan; divanın hemen yanındaki köşede çiçekli basma kumaştan yapılmış iki küçük minder bir de minderlerin arkasına gelişigüzel yerleştirilmiş iki yastık vardı. Divan aynı zamanda yatak görevini de görmekteydi. Minderlerin solunda küçük bir tahta masa ve iki de tabure… Masanın üzerinde alışkanlık gereği dibinde birkaç yudum çay bırakılmış kulplu bir cam bardak, bir de kirli boş bir tabak ile kaşık vardı. Masanın önünde odaya göre küçük kalan, eve hüzün veren ama aynı zamanda dışarıyla ve yaşamla tek bağlantıyı oluşturduğu için akıllara Füruğ’un ‘Küçük Penceresini’ getiren bir pencere yer alıyordu. Sola doğru gidildikçe kısa aralıklarla Mardin işi ahşap kapı ve sonrasında mutfak olarak kullanılan küçük bir tezgâh vardı. Tezgâhın üzerinde mütevazı bir mutfakta olması gereken elzem şeyler ve tezgâhın üstüne sonradan çocukların zoruyla eklenen birkaç dolap dışında bir şey yoktu. Dolaplar da kapıyla uyumlu olsun diye klasik bir kahverengiye boyanmıştı. Yerde kırmızı, siyah, kahverengi karışımı desenli eski bir kilim vardı. Tezgâhın soluna gittiğimizde ise neredeyse her evde olan küçük bir büfe vardı. Bu büfeden her evde olmasına rağmen ne amaçla kullanıldığını kimse bilmiyor; genelde içine kullanılmayan özel eşyalar, fotoğraflar, biblolar gibi birbiriyle alakası olmayan eşyalar tıkıştırılıyor bu da şıklık olarak algılanıyordu. Bu evdeki de öyleydi; içinde birkaç kahverengi fincan, o dönem yine her eve girmiş olan Kıbrıs işi papatyalı altı tane tabak, adamın askerliğine ait siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Askerlik fotoğrafının hemen yanında yıllar önce hayattan göçmüş karısı ve üç çocuğuyla çektirdikleri bir fotoğraf daha ve ıvır zıvır bir sürü şey vardı.
Evdeki her şey, birkaç neslin parmak izini taşıdığı ve bu izlerin nefesini hissettiği için yılgın bir eskimişlik taşısa da evde dikkat çeken tek farklı şey görebilirdiniz: masanın üzerinde bugüne kadar hiç kullanılmamış, evin tümüyle tezatlık taşıyan bir yeniliğe sahip bir gaz lambası. Lamba, el işçiliği olan, rengarenk bir lambaydı. Evin sahibi bu lambayı hiç kullanmadı; çünkü bu, ölen oğlundan kalan tek ve en önemli yadigardı. Oğlu artık para kazandığını ve babasına bakabileceğini göstermek amacıyla bu evde en lazım olabilecek, sık yaşanan elektrik kesintilerinde kullanılabilecek bir lamba almıştı. Aydınlatma için çok farklı seçenekler vardı elbet ama böyle bir lamba almasının nedeni babasının bu tarz lambalara olan ilgisiydi. Hediyeyi aldığında adam çok mutlu olmuştu, henüz bu unutkanlık hastalığı da nüksetmemişti. Oğluna yarın güzel bir yemek yapar, masaya lambayı da koyar ziyafet çekeriz diyerek çocuk gibi sevinmişti. Ertesi gün oğlunun işe giderken trafik kazasında öldüğü haberi üzerine o lamba ne yakılmış ne de yerinden kaldırılmıştı. Zaten adamın unutma hastalığı da bu haberden sonra nüksetmiş, giderek de artmıştı.
Ahmet amca, odunları sobanın yanına taşıdı, odunlardan bir tanesini sobaya atarak ateşi besledi. Adamın üzerinde ölen karısının ördüğü gri bir kazak, siyah kadife bir pantolon vardı. Kıyafetler solmuştu. Kazağın kollarından sökülen birkaç iplik parçası olsa bile adamın kendisine özen gösterdiği ve temiz olduğu belliydi. Hareketleri çok yavaştı, yaşlılıktan dolayı kambur durduğu için yürürken başı daha önden gidiyor gibiydi. Masadan bardağını alıp doldurdu, divana geçip oturdu. Az önce divanın üzerine koyduğu Grundig marka küçük, siyah radyosunu eline alıp kanalları çevirdi. Bu radyoyu babasından almıştı. O günden beri de bu radyo en sevdiği eşyalarından olmuştu. Unutma hastalığından sonra da radyoya ilgisi devam etmiş, her fırsatta da tesadüfen bulduğu Erivan radyosuna benzeyen kanalı açar olmuştu. Penceresi ve radyosu ona yeter de artardı bile. Aradığı kanalı buldu, radyoyu yanına koydu. Kürtçe eski bir parça çalıyordu. Bir aşk şarkısıydı çalan. Çayından bir yudum aldı. Şarkının sözleriyle hafızası yavaş yavaş bulanmaya başladı. Delikanlılık zamanlarına gitti. Bu hastalığın kötü yanı gittiği anı sanki gerçekmiş ve o an yaşanıyormuş gibi hissettirmesiydi. Ahmet amcanın çok uzaklara daldığı, tebessüm ettiğinde yüzündeki derin çizgilerin oynamasından belli oluyordu. Delikanlılığında aşık olduğu kız geldi gözünün önüne. Kız da onu seviyordu, bakışlarından belliydi. Uzun, her teli sağlam siyah saçlarını örmüş, örgüyü sağ omzuna düşürmüştü. İki mermi gibi adamın kalbine saplanan siyah badem gözleri, içinde hapsolmak istediği gamzeleri, bembeyaz teniyle tüm köy erkeklerinin kalbindeydi kız ama kızın da kalbi Ahmet için çarpıyordu. Ahmet’i görünce aklı duruyor, kalbiyle beyninin ritmi birbirine karışıyor; nasıl yürünür, nasıl gülümsenir unutuyordu kız. Ahmet amca da o zamanlar yağız bir delikanlıydı tabi. İşte böyle bir aşk yine hayatın bizim için yaptığı başka planlar yüzünden mutlu sonla bitmedi. Adamın babası ölünce evin reisi olmak zorunda kalmış, burada işler iyi gitmeyince mecbur başka diyarlara çalışmaya gitmişti. Bu süreçte kızını Ahmet’e vermeye gönlü olmayan baba, kızını gelen zengin bir adama vermişti. Bir aşk hikayesi de böyle kursaklarda ve sadece hatıralarda kalmıştı. Ama Ahmet amca unutma hastalığına yakalanmış olmasına rağmen geçmişten bir tek o badem gözleri hatırlıyordu. Böyle düşünüp çayını yudumlarken bağırıp çağıran telefon sesiyle bugüne döndü. Belli belirsiz gülümsüyor olduğunu fark etti. Telefona yavaş adımlarla gittiği için gitmesi biraz uzun sürdü. Telefonu açtı, arayan hayatta kalan tek oğluydu. Gelen telefon rutin kontrollerden biriydi. Babaları bu evden ayrılmak istemediği için; yaşayan oğul ve kız kardeşi telefonlarla veya küçük ziyaretlerle onu yalnız bırakmamaya özen gösteriyorlardı.
Hâl-hatır faslından sonra telefonlar kapandı, adam yerine geçti. O sırada şarkı değişmişti, şimdi daha hareketli bir şarkı çalıyordu. Böylece Ahmet amca gül yüzlü sevdiğini geçici bir süreliğine de olsa unuttu, tavşan kanı çayından büyük bir yudum aldı.