Ücretsiz Sevkiyat
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Çevrimiçi destek
Nihai ve 7/24 Destek
3d Güvenli ödeme
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hepsi Zamansızda
Güvenli alışveriş noktası
Hızlı ve güvenli ödeme
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Nihai ve 7/24 Destek
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hızlı ve güvenli ödeme
DEVLET VE ALLAH
“Gel, ben senin gibiyim”
dedi Çetin. Zaman geçmiş. Su bitmiş. Sigara sönmüştü. Yarısı karanlık olan odada on altı yaşında olduğu henüz yeni anlaşılan bir erkek çocuğu var. Çocuğun yüzünde korkusunu belli etmek istemeyen bir sarılık hüküm sürmekte. Fakat Ferhan en başından anlıyor çocuğun korktuğunu. Zaten o yüzden çocuğu seçtiler. Önce korkusuna teslim olsun diye. Nitekim konuşurken titreyen çenesi, durmadan kaşınan avuç içi ve parmaklarını yumruk yapma isteği de histerik ahvaline bir delil sayılıyor yarısı karanlık olan odada. Yarısı karanlık olan odada: Zaman geçmiş. Su bitmiş. Sigara sönmüştü. Ferhan elindeki dosyayı ağbisine gösteriyordu. Çetin terk edilmiş ellerinin arasına aldığı dosyalara göz gezdirirken ıslık çalmayı da ihmal etmiyordu. “Bu terörist başımızı ağrıtmaz” diyordu durmadan “azıcık üstüne git, isim al, yemek ver, sigara ikram et, isim al, su ver, zaman ver, çakmak ver, isim al, annesiyle konuştur, isim al, bilgi al, ifade al ve sonra savcıya götür…” Fakat Ferhan en başından anlıyor bir şeyhlerin göz ardı edildiğini. Gözüne çarpan başka şeyler de var çünkü. Ağbisinin tüylü kulağına eğiliyor, “ağbi!” diyor, “bu çocuğun Mücahitler’den olduğunu biliyorsun değil mi?”
“Eczane ile Cenaze arasındaki fark gibiyim”
dedi Çetin. Sadece harflerimin yeri değişmiş. Zaman geçmiş. Su bitmiş. Sigara sönmüştü. Şehir tekrardan kucaklarımı aralıyordu. Bana sokulmak ve beni sığ sularda boğmak istiyordu. Hırkamı usulca çiviye asıp etimi delmek… Farkına varmayayım için bir tören tertip ediyordu. Eylül on sekiz. Karımın beni ve ellerimi terk ettiği gün. İkinci yıl dönümü hatta. Ben salondaki kanepeye sızıp öfkemin dizginlerini elime almakla meşgulken; karım, nasıl kaçarım rüyaları görüyordu. Sabaha doğru, güneş pencereyi delince… Mayışmış suratımın salyasını silip bacaklarımı kanepeden aşağı sarkıttım. Simsiyah gözlerimi ovaladım. Esnedim. Esnerken dün akşam karımı dövdüğüm a k l ı m a… Bir anda düştü kemiklerim. Telaşla ve daha yeni yeni bir anlam verebildiğim korkuyla yatak odasına koştum. Koşarken yüzleşmek istemediğim bir tabloyu canlandırıyordum ve durduğumda a k l ı m ı… Kaybettim. Örtüsü odanın bir kenarına fırlamış yatağın üzerinde gardırop döküntüleri, askılar ve iç çamaşırları vardı. Olan belliydi. İçim kaynar bir suydu ve ağzımdan dökülüyordu. Karım beni ve ellerimi terk etmişti demek ki. En sonunda… Durdurdum nefesimi. Umudumu kaybedemezdim. Telefona koştum. Aradım. Ararken balkona çıktım. Caddeyi ve uzakları kolaçan ettim. Ağaçların tepelerine bile baktım. Karım telefonu açmadı. Bir kere daha aradım. Telefon çalmadı. Saf acı. Ekmek gibi gerçek, sert ve dokunaklı bir acıydı şimdi boşalan içimi dolduran. Ağaçların tepesinde de yoktu. İçimi sıktım. İçimi sıktım. İçimi sıktım. Sıktım! Ama patlamadı işte. Acımdan kurtulmak istiyordum. Telefonu duvara vurdum. Koştum. Koştum. Koştum. Duvara çarptım. Duvara çarptım. Duvara çarptım. O teröristler gibi olmak istiyordum. Duvarları birbirine boca etmek… Gedikler açmak ve odaları birleştirmek… Hiç bitmesindi koşum. İçim öyle yorulsundu ki… Acıyla dolmaya takati kalmasındı. Böylelikle daha sert çarpmaya başladım duvarlara. Yumruklarımla çarptım. Kaburgamla çaptım. Bacaklarımla çarptım. Başaramadım. Koştum. Koştum. Koştum. Yorulamadım. İçim acıyla dolmaya devam ederken ben ağzıma vuran suyla boğuluyordum. Yapacak hiçbir şeyh kalmamıştı. Bıçağı aldım. Karıma mesaj attım. Kendimi öldüreceğim dedim. Ardından hemen aradım. Açmadı. Açmadı. Açmadı. Yenice terk edilmiş ellerimle kavradığım bıçağı karnıma soktum. Bir kere daha soktum. Bir kere daha soktum ve çevirdim. Eğer şerefimin hala hatırı sayılır bir yanı kalmışsa bunu ancak Japoncayla kurtarabilirdim. Harakiri. Harakiri. Harakiri. N’oldu sonra! Ölmedim. Bulanık gözlerimin ucunda başka gözler vardı. Ferhan diye bir polis. Genç. Yenice katıldı. “Ağbi kalk, uyan!” diyor, “Kars’a geldik…” Gözlerimi açıverdim sonra. Bir baktım kanlı bağırsaklar geçiyor. Şaka. Şaka. Şaka. Bir müddet altıma sıçamayacakmışım. Bağırsaklarımın yerine torba koymuşlar. Ucu dışarıda. O torbaya sıçılacakmış. Ucuz kurtulmuşum ve telefonuma ben ölümle cebelleşirken bir mesaj gelmiş. Ferhan veriyor telefonumu bana, kilidimi prosedüre uymadan açıyorum ve mektup simgeli kutucuğa baş parmağımla dokunuyorum. AFAD. İki nokta üst üste. Meteorolojiye göre bugün Ankara’da çok kuvvetli ve gök gürültülü sağanak bekleniyor. Sel, su baskını, yıldırım ve ulaşımda aksamalara karşı dikkatli olun. Canınızı tehlikeye atmayın. B0002. Bu kadar. Karım ve AFAD. Hayat kırıklığından sonra bayrağımı gönderden çekiyorum. Yaranın kapanmasına bakıyorum. Torbaya değil gerekirse altıma sıçmak istiyorum. Ferhan’a dönüyorum. Ferhan bana dokunuyor, “böyle ağrıyor mu ağbi?”
“Boşa geçmiş bir ömür gibiyim”
dedi Çetin. Çocuk ardı ardına yığılan soruları cevaplamaktaydı. Derisi parlak bir sandalyeye çökmüş olan bitene verilecek bir anlam aranmaktaydı. Ha bire “tanımıyorum…”, “hayır tanımıyorum…”, “bir kere tek gördüm…” diyordu. Çetin ile Ferhan’ı sinirlendiriyordu. En sonu ayaklandı Çetin. Çocuğun arkasında volta atmaya başladı. Ayakkabısından çıkan tok ses odada her yankılandığında çocuk ani bir refleksle kafasını eğiyordu. Besbelli korkuyordu. Ferhan bu sefer iyi polisi oynamak istiyordu. Ha bire “hayır ağbi bu çocuk uslu”, “bizim bildiğimiz çocuklardan değil…”, “kötü bir şey yapmamıştır o…” diyordu. Çetin de üzerine düşen kötü polis sorumluluğunu can havliyle yerine getiriyordu. “Bunları adam etmeli…”, “şehre geldiği ilk günden beri ne yaptığını ve ne ettiğini bildiğimizi anlaması lazım…”, “gerekirse sike sike…” demesinden anlaşılıyordu. Çocuk gittikçe geriliyordu. Kaskatı kesilmiş, sapsarı olmuş; iyice bozuluyordu. Bozulmuş bir teröristten daha makul ne olabilir? Tekrardan isim almanın tam zamanı. “F. D’i tanıyor musun…”, “F. N ile görüştün mü…”, “İ. Ö’yü en son nerede gördün…” Söyle çocuk. Söyle artık! Sana sunulan fırsatı değerlendir. Burası Türkiye Ülkesi. Bunlar Türkiye Ülkesi’nin antipatileri. Kulağını kabart ve “tamam!” de. Yoksa sorgudan sonra gönderileceğin odada seni yoldaşın bekleyecek. Yoldaşın sana nefret dolu gözlerle bakacak. Bu kadar zamandır polisle ne işi var acaba; kesin konuşmuştur, diye düşünecek. Dışarı çıkamazsın. En az dört gün buradasın. Yemeğinin bir kısmı çöpe dökülecek. Çorban ekşimiş olacak ve kokacak. Asla sigara olmayacak. Sigarasız nasıl yapacaksın? İnan bana. Ben sigarasızlıktan örgüt çökerten çok insan gördüm. Sigarasızlık basite indirgeyebileceğin, baş edebileceğin bir şeyh değil. En kötüsü! Kandan ve açlıktan bile kötü. Hadi diyelim ki dört günü öyle ya da böyle geçirdin. Mahkemeye çıktın. Hâkim de sadece yurt dışı çıkış yasağı verdi ya da olay ayda bir imzaya döndü ve kurtuldun. Kurtuldun… Kurtuldun mu sahiden? Sonra ne olacak zannediyorsun… Ne de olsa hukuk diye bir şeyh var bana zarar gelmez diye mi düşünüyorsun. Eğer öyleyse boşuna. Yanılacaksın. Hali hazırda Şeyh Hukuk tarafından paçayı yırtınca daha rahat olacaksın. Attığın adımları eskisi kadar temkinli atmayacaksın. O pankart benim bu eylem benim dolanıp duracaksın. Yasak bildiriler dağıtacaksın. Örgütlemeye çalıştığın herkesi büyüklerinle tanıştıracaksın. Mesajlaşmalarına ve ulu orta hasbihallerine dikkat etmeyeceksin. Mesela Signal yerine WhatsApp kullanacaksın. Ulustaki matbaadan korkunç gazeteler alıp Keçiören ve Sincan’daki hücre evlerine ulaştıracaksın. Tarikatlardan para toplayacaksın. Derneklerde konferans vereceksin. Onlarca insanı örgüte bağlayacaksın. Bir hücre evini de sen kiralayacaksın. Kiranı örgüte çalışan dernekler ya da iş adamları karşılayacak. Okulu artık bırakacaksın. Büyüklerinin gözüne girersen il değiştireceksin. Başka illerde başka yapılanmalara destek vereceksin. Aynı şeyleri orada da tekrarlayacaksın. Örgüte dair bildiklerin çoğalmaya başlayacak. Silahla tanışacaksın. Bir polis nasıl ekarte edilir öğreneceksin. Gizlilikle tanışacaksın. Fazla göze batmayacaksın. Seni artık yer altına alacaklar. Ailesi örgüte ve mücahitlere itaat etmiş on beş yaşındaki bir kızla evlendirecekler. Bambaşka prosedürlerle karşılaşacaksın. Sonra… Büyüklerinin gözüne daha fazla girmeyi başarırsan ülke değiştireceksin artık. Önce sınırı geçip Ortadoğu turu atacaksın. Silah kullanmayı öğreneceksin. Askeri kamplarda birkaç ay debelenip duracaksın. Arapça rüya görmeye başlayacaksın. Huriler ve cennet ırmağına karışan spermlerin… Seni bölgeden bir esirle evlendirecekler. Sadece sevişmek için. Cariyen. Karın aklına asla gelmeyecek. Zaten ona da aşık değildin. Zaten aşk… Aşk…. Bir dakika sen aşkın ne olduğunu bir daha asla bilmeyeceksin. Gerisi de örgütün insafına kalmış zaten. Örgütün senin için vereceği iki karar. Patlamak ya da örgütlemeye devam etmek. Eğer elin yüzün düzgün olsaydı muhtemelen kafası karışık kızlar için kullanırlardı. Amancak senin için verilen karar yüzde doksan öbür türlü olacak. Yani ya Avrupa’da patlayacaksın ya da Türkiye’de bir metropolde. Bu kadar. Gerisi Allah’ın insafına kalmış. Örgütün anlattığı gibiyse boşuna tasalanma. Altına bir huri ağzına da içki koyarlar direkt. Cennet üzümlerinden yapılmış bir şarap… Fakat… Bencesi götü tuttun. Böyle olmayabilir. Ne de olsa başka söylentiler de var. Derini yüzüp ateşe de atabilirler. Çok acı veriyormuş. Benden söylemesi. İyisi mi… Riske atma. Ya hapis ya da ölüm. Devlet ve Allah peşini asla bırakmaz. Konuş! Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması bütün ihtimallerden yeğdir. Nokta. ve. Ünlem. Başka diyecek bir şeyh yok. Anladın mı? Anladıysan kavanoza tükür ve gülümseyerek Çetin ağbine sor, “Devlet ve Allah peşimi niçin bırakmaz?”
“Çılgına dönmüş canavar gibiyim”
dedi Çetin. Sorgu nihayet bitmişti. İfadeler kâğıda aktarılıyordu. Kâğıtlar belge olacaktı. Belgeler ispat. İspat külfet. Külfet: Zaman geçmiş. Su bitmiş. Sigara sönmüştü. Karnını doyurmuştu çocuk. Amancak korkusundan gram kaybetmemişti. İmzasını atıyordu artık. Yanında barodan poliskâr bir avukat vardı. Çocuğun gönlünü ferah tutmuştu. “İki yıl ceza verirler, onu da yatmazsın” demişti. Çetin ile Ferhan isimleri, bilgileri ve birkaç detayı da öğrendikten sonra odadan çıkmıştı. Çetin’in başına ağrılar saplanmıştı. Ferhan’ın terlemesi bitmemişti. Süratle kusmaya başladılar. Etrafta kim varsa başlarına üşüştüler. Çare olmadı. Abluka yarıldı. Yeryüzüne dönüldü. Arabaya binildi. Her şeyin böyle yaşanıp gelişmesinden ve bitmesinden yorulmuşlardı. Her şey belirliydi. Çetin, yarın sabah yine terk edilmiş ellerinin niçin bu kadar yoğun yaratıldığına hayret ederek uyanacaktı. Ferhan ise içi boş sırlarla örülen zihinlerin içerisinde yaşayan bir kurtçuk gibi hissedecekti kendisi. Yine ve yeniden. Günün sonunda dönüp dolaşıp kendi kafataslarının içerisinde konuşlanmaya dayanamayacaklardı. Bildikleri ve herkesten sakladığı tek şeyh; bir bit yeniği aramak zorunda bırakılan koca insanlığın, kurtuluşlarını yaratmaya çabalarken kuyularını kazdıklarından bihaber olmalarıydı. Ateşe taş, kılıca baş atarlardı. Hiçbir şeyhin bitmediğini bilirlerdi. Yaşadıkça yaşıyor olmaktan sıyrılmayı öğrenmişlerdi. Kendine müebbet bir şehrin ortasında; Devletin ve Allah’ın şifresini çözmüşlerdi. İşte… Çetin başağrılı bir insan olmaktan mustaripti. Ferhan kolonyayı ağbisine doğru uzattıktan sonra kekeledi. “Ağbi” dedi, “ovayım mı şakaklarını…” Ne güzel olurdu! Canı yanıyordu Çetin’in. Yutkundu ve bir tek;
“Kavanoza tükür…” deyiverdi.