Görüntü açıklaması

Ücretsiz Sevkiyat

Hızlı ve Ücretsiz Gönderin

Görüntü açıklaması

Çevrimiçi destek

Nihai ve 7/24 Destek

Görüntü açıklaması

3d Güvenli ödeme

Güvenli Çevrimiçi Ödeme

Hepsi Zamansızda

Mağazaya git

DÜŞÜNME VE YAŞAMA BİÇİMİ OLARAK YAZI YA DA METİN AYDIN

Mehmet Atlı
16 Aralık 2024
Image Description

Her olay, her olgu ve her birey, insan toplulukları ya da toplumlar tarihseldir; belli bir zamansallıkla tanımlıdır. Zamanın belli bir anına dairdir, belli bir zaman aralığına tekabül eden bir ömre sahiptir. En sıradan, en küçük bir nesnenin, bir kanat çırpışının bile bir tarihi; yazıldığı taktirde ve yazıldığı kadarıyla, tarihselliği vardır. Ve yine her olay, olgu, birey ve toplum mekânla tanımlıdır. Coğrafi, topoğrafik, kırsal, kentsel, mimarivb. bir fiziksel mekânda, mekânlar silsilesinde vuku bulur her şey. Kıta, ülke, ada, kasaba, şehir,sahil, yayla, orman, çöl, saray, sokak, ev, okul…

Kimlikler de öyle. Ezelî ve ebedîiçeriklere sahip sayamayacağımız kimlikler de sabit, değişmez veriler olmayıp, değişen zamanlarda, değişen coğrafi/mekânsalkoşullarla beraber farklılaşan bilinçler, idrakler, tanımlamalar ya da kabuller sayılmalıdır. Böylesi dinamik zaman-mekân matrisleri içinden baktığımızda ne coğrafya değişmez bir kaderdir ne de kimlikler. Zira aynı coğrafya üzerinde, farklı zamanlarda ya da aynı zamandaşlık içinde çok farklı toplumsallıklar, çok farklı kimlikler varolabilmektedir. Çünkü zamanla ve mekanlafarklı ilişkiler içerisine girmek mümkündür ve girilmektedir de. İçine doğduğumuz ya da zamanla edindiğimiz kimliklerin isesalt pasif birer taşıyıcısı değil, aktif birer katılımcısı ve aktarıcısıyız ve fiillerimizle onların anlamlarını, içeriklerini belirleyen, değiştiren biziz; kendi tarihsel zamanımız içinde. Praksis ya da mevcut fiiliyatları böyle anlamalı herhalde. Bu durum, bu kategorilerin (zaman ya da tarih, mekân ya da coğrafya, kimlik, birey, toplum) hepsini tartışmalı kılmaktadır ve yazı, bu tartışmaların,onun içinde/sayesinde mümkün olabildiği en engin ve en derin deryadır. Yazı -ve daha da geniş olarak, dil- düşüncenin, içinde varlık bulduğu “zamanmekansal” ortam, evren; düşüncenin ta kendisi olsa gerektir.

Metin Aydın, bir düşünme biçimi, dahası, bir yaşama biçimi olarak yazının/yazmak ediminin çok canlı bir örneği. Bir dil(ler) ve yazı insanı. Yazarlık, seçilmiş bir meslek ya da üstlenilmiş bir kimlikten çok, çok yönlü bir düşünme ve eyleme yolu, Aydın’da; organik bir refleks, bir varoluş tarzı ya da varoluş kipi gibi adeta. O denli kaçınılmaz, o denli hayatî… Bir meslek ya da kimlik olarak yazarlık ise hiçbir biçimde idealize etmeden sorunsallaştırdığı, hatta yer yer öfkesine, mizahına hedef ettiği bir kategori durumunda.2000’li yılların başlarına uzanan tanışıklığımızın ilk günlerinden bugünlere, geniş bir alana yayıldığına tanık olduğum entelektüel ilgilerinin ve okumalarının önemli bir boyutunu oluşturuyor Metin Aydın için, yazmak. O kadar ki; okuma ve yazma aşkını kendisinde sınırlı ya da saklıtutmayıp, yanındakilere, temas ettiklerine de bulaştırmaktan hoşlandığına, bunu kendisine bir tür görev edindiğine tanıktır, onu bizzat tanıyanlar.

Bu, okuma ve yazma aşığının, son yirmi yılda sergilediği düşünsel/yazınsal pratiğin önemli bir kısmını,üçleme olarak düzenleyerek“Biblo Hayat Üçlemesi” adını verdiği ve ikisi daha önce “Biblo Hayat” ve “Bisturi” adları ile yayımlanan, sonuncusu “Kiler” adıyla okurla buluşan denemeler oluşturuyor kanısındayım. Zira Metin Aydın, şiir gibi edebi üretimleri bir yana, her şeyden önce sıkı bir polemikçi tavrı ile duruyor hayatın karşısında ya da içinde. Hırçın, öfkeli, kendi gölgesi ile bile kavga etmeye her an hazır bir dil, hiç vazgeçmediği bir humor duygusu ya da alaycı, hicveden nüktedan bir üslûp ve bunlara eşlik eden, bitmeztükenmez enerjikliği ile işlek bir zihin, keskin gözlemler, konuşkan bir yazarlık, hayatın içinde dipdiri olma arzusu, talebi ya da daveti…Bütün bunların derininde, fark edilmemesi imkânsız derecede güçlü bir vicdanî ses ya da haykırış, çığlık, ünlem, artık ne derseniz… Kanımca, Aydın’ın yazılarını karakterize eden başlıca unsurlar bunlar; çok kabahatları ile.

Ancak söz konusu olan Metin Aydın ve onun düşünsel/yazınsal serüveni olunca kaba hatlarla yetinemeyiz.Bu, onun ısrarlı sorgulayıcılığına ve yorulmak bilmez zihnî, düşünsel, yazınsal emektarlığınahaksızlık olur. Öncelikle şu belirtilmeli ki özellikle bu üçlemede bir araya getirilen yazıların da gösterdiği üzere, Metin Aydın, yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir kimlik-meslek olarak yazarlığı, hele de oryantalist beklentilerin yön verdiği türden bir “egzotik-masalsı doğu anlatıcısı” rolü türünden payeleri elinin tersi ile itmiştir. Tüm yazınsal uğraşı, bu üçlemede sıkça rastlayacağınız, kendi ifadesi ile “coğrafyamız” dediği mekâna, onun kimlik meselelerine yönelik genelleyici, yüzeysel, toptancı yönelimlerle, bütünselleştirici ya da totalleştirici anlatılarla didişmek üzere bina edilmiştir desek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ancak yine de eksik söylemiş oluruz.

Eksik söylemiş oluruz, çünkü Metin Aydın’ın keskin gözlemlerinden ve bunların yön verdiği kaleminden, sivri dilinden payını almayan toplumsal alan yok gibidir; dilin ve yazının kendisinden başlayarak, edebiyattan güncel sanata, spordan siyasete, gündelik hayatın sayısız rutininden geleneksel ritüellere, gündelik nesnelerden mitolojik ya da felsefi göndermelere varıncaya değin… Bu materyal bolluğu, Aydın’ın yazılarını değerlendirirken tutunabileceğimiz kavramsal araçları da çoğaltıyor ve yazıları okuma biçimlerimizin çoğulluğuna da yol veriyor.

Çok büyük laflar etmeden, kendine kendi hadlerini de sürekli hatırlatarak, çok önemli bir işe girişiyor Metin Aydın; edebi bir dil ve üslûpla, bir tür yarı-amatör sosyolojik analize açılıyor, şeylerin bir tür fenomenolojisine dalıyor, yazarak düşünüyor ve bizi de düşünmeye davet ediyor. Makro siyasetten uzak durmaya çalışarak, gündelik hayatın mikro meseleleri, kılcal damarları içinden, edebiyat üzerinden ve edebiyat sayesinde, sosyolojiye, siyasete, estetik ve etik felsefelerine vektörler uzatıyor, sorular üretiyor. Başlıca derdi “coğrafyamız” olsa da bir “yöre ve töre” edebiyatına hapsedilmiş, streotipleştirilmiş toplumsal gerçekliklere daha yakından bakmaya ve bunların evrensel ölçeklerdeki uzanımlarını/boyutlarını fark etmeye çağırıyor okurunu. Böylece edebiyat, bir süslü laf kalabalığı, yazarın bir fantastik uğraşı olmanın ötesinde, bir dünya yurttaşının, evrensel dertleri olan bir hakikat arayışına ve hakikati sorgulama edimine dönüşüyor. Riya ve samimiyetsizlik ise Aydın’ın, hedef tahtasına koyduğu ve eleştiri oklarını yönelttiği başlıca şeyler durumunda.

Alelade bir nesne, parkta bir bank,bir bilgisayar ya da bir ev eşyası, bir sokak hayvanı, bir gazete haberi, bir TV dizisinden ya da reklam filminden bir replik, aile içi bir muhabbet ya da komşuluk ilişkilerinden bir kesit…Birer mecaza dönüşerek yeni anlam katmanları kazanan bir biblo, bisturi ya da kiler, gündelik kullanımlarının ötesine taşarak, modern kent hayatının farklı veçhelerine yönelen bir düşünme ve yazma eyleminin hem nesnesi hem de öznesi haline geliyorlar, Metin Aydın’ın anlatımlarında. Mardin, Kızıltepe, Diyarbakır ya da İstanbul sokaklarının gündelik sıradanlığının sayısız görünümü, Aydın’ın yazılarında bir biçimde yer bulurlarken, modern kentliliğin ilk sosyologlarından Georg Simmel’in şu sözlerini hatırlatıyorlar; “Bizim için estetik gözlem ile yorumun esası şu gerçeklikte yatar: Tipik olan biricik olanda, ilkesel olan rastlantısal olanda, şeylerin özü ile anlamı yüzeysel, geçici olanda bulunur… O halde rastlantısal fragman, sadece bir fragman olmakla kalmaz, ‘biricik” olan ‘tipik’ olanı barındırır. Her fragman bir toplumsal kare, bir bütün olarak dünyanın bütüncül anlamını açığa çıkarma olanağı barındırır.”[1]

Metin Aydın böylesi fragmanların ve “olanakların” izini sürer. “Ev” başlı başına bir tartışma ya da araştırma nesnesi olarak karşımıza çıkar, örneğin. Ev, bir fiziki gerçeklik olduğu kadar bir sosyal gerçeklik, Metin Aydın’ınkaleminden aktarırsak “bir televizyon” ya da heyecanlı bahis oyunlarına sahne olan “bir top sahası”, “ha ev, ha devlet”, memleket, ülke ya da “bizim coğrafya” anlamlarına da gelebilmekte; anlamlar, görünümler çoğullaştıkça çoğullaşmaktadırlar.

Bu çokluk, Aydın’ın yazılarının neden salt “yöresel” ölçeklerle değerlendirilemeyeceğini de söylüyor bize. Modern dünyada gündelik hayatı ve onun eleştirisini felsefi uğraşlarının merkezine almış bir düşünür, Henri Lefebvre’nin mekân ve onun üretimine dair şu sözleri, Aydın’ın yazılarındaizlerini gördüğümüz mekân kavrayışına da ışık tutar niteliktedir;“(Mekân) Toplumsal ilişki midir? Evet, kuşkusuz; ama mülkiyet ilişkilerine (özellikle toprağın, yerin mülkiyeti) içkin ve diğer yandan, (bu toprağı, bu yeri şekillendiren) üretici güçlere bağlı olan toplumsal mekân hem biçimsel hem maddi çok-değerliliğini, ‘gerçekliğini’ ortaya koyar. Kullanılan, tüketilen ürün olan mekân, aynı zamanda üretim aracıdır; mübadele ağları, hammadde ve enerji akışı hem mekânı şekillendirir hem de mekân tarafından belirlenirler. Bu şekilde üretilen bu üretim aracı, ne üretici güçlerden, teknik ve bilgiden ayrılabilir, ne onu şekillendiren toplumsal iş bölümünden, ne de doğadan, devletten, üstyapılardan.

Öyleyse, toplumsal mekân kavramı genişleyerek gelişir, üretim kavramının içine dâhil olur, hatta bu kavramı işgal eder;kavramın içeriği, belki de özü olur.”[2]“

Toplumsal mekân” ile kastedilen sadece fizikî sınırları olan fizikî gerçeklikler, geometriler değildir elbette. Aile böyledir. Cemaatler, okullar, iş yerleri, apartmanlar,olanca hayatiyetiyle sokaklar, çarşı-pazar… Sanat ve edebiyat mecraları…Çeşitli yurtlar ve yurtsuzluklar…Dahası, bizatihi dil ve yazı böylesi toplumsal mekanlardır ki Metin Aydın’ın başlıca pratiğini bu mekanlarda devinmek oluşturur. Gündelik hayat yazınsal mekâna, edebî düzleme aktarılırken, arka planda ya da satır aralarında devasa sorular, sorunlar ve sorunsallar ima edilir, anımsatılır; tarihle ve insanlıkla yüzleşme, demokrasi sorunu, sayısız toplumsal, siyasal ya da ekonomik eşitsizlik, sömürgecilik vb.

Kayınpederin evinde misafirlikteyken bir yandan bilgisayar başındadır yazar. Şimdi bu iki mekânı, yazı ve oda, kıyasladığımızda, bir tür makro kozmosla mikro kozmosun bir aradalığı bu yazıların genel karakteristiğini de resmeder gibidir. Yazar bir yandan bizimle, hayatla ya da yazı ile konuşurken bir yandan gündelik bir sohbet yürümektedir orada. Üstüne üstlük yazar, bu ciddi yazar pozuyla, kendi kendiyle dalga geçer bir yandan. Üçlemenin son okumalarını yapan Zeyni Anık’ın ifade ettiği gibi; “bazıları(na) havadan sudan yazılar gibi gelse de bizleri hayatta tutan hava ile su değil mi zaten?” Gündelik olan,iş ve evle ilgili çeşitli rutinler, beslenme, eğlenme vb. genelde büyük anlatılar, felsefeler ya da siyasetlerce küçümsenmiş ya da yeterince önemsenmemiştir. Ancak Lefebvre’nin üstüne basa basa belirttiği üzere;“modern denilen toplumun piramit şeklindeki yapısı, en alttaki düzleme, gündelikliğin geniş tabanına oturur.”[3]

“Kiler” denen ve bu üçlemenin üçüncü kitabına isim olmuş mekânın “coğrafyamızdaki” macerası öğreticidir, örneğin. Konutların modern mimarlık-mühendislik pratikleri içinde standartlaşmasıyla, 3 oda ve bir salon, mutfak, banyo ve WC biçiminde bir formata kavuşan apartman konutu mimarisi, toplumsal dokudaki değişimleri (mesela ailenin dönüşümünü) hem belirlemekte hem de onlarla bazı çelişkilere düşmektedir. Beyaz eşyaları, tezgâhları ve dolapları ile standartlaşan mutfak mekânı hem gastronomik alışkanlıkları belirlemekte hem de onlar tarafından belirlenmektedir. Ama diyelim,salt marketlerden alınan hazır ürünlerle değil de evde yapılan ya da köyden getirtilen gıdalarla da biçimlenen bir beslenme kültürünüz varsa, standart mutfak buna cevap olamamaktadır. “Bizim coğrafyada” peynir, turşu, kurutulmuş sebzeler, zahire, pekmez, pestil vb. ürünleridepolamak üzere başka bir çözüm geliştirildi. Balkonlar mutfağa katılarak kilere dönüştürüldü! Ya da banyo olarak kullanılmayan “ebeveyn banyosu” bu amaca hasredildi! Çünkü modern mimarlık tarafından bir kiler mekânı öngörülmemişti. Şimdi burada hem balkonun ve ebeveyn banyosunun ön görülen işlevlere karşılık gelmediğini görüyoruz hem de mevcut haliyle mutfağın, amacı açısından yeterli olmadığını. Bilgi, teknik ya da meta üretiminin, etkileşim halinde olmakla beraber, toplumsal yapıdaki değişimlerle her zaman aynı frekansta gitmediğini söylemek mümkün, bu örnekten hareketle.

Balkon gibi yarı açık bir mekân, dolayısıyla, ev denen özel alanın kamuyla, başkaları ile temas ettiği, görsel olarak ilişki kurduğu yer olarak, güneşlenme, havalanma gibi amaçlar için tasarlandığı halde bu amaçların ikincil plana düşürülerek, balkonun camekanlarla kapatılıp evin “iç” hacmine “kiler” olarak dahli söz konusu. Bunun, bu toplumun “dış” ile ilişkisi ile ilgisi olduğu kadar, köyle kent arasında ya da teknolojikleşmiş üretimle geleneksel üretim arasında bir yerlerde beliren gastronomik alışkanlıkları ile de ilişkisi apaçık durmuyor mu? Yahut ebeveyn yatak odası ile ilintili olarak tasarlanan ebeveyn banyosundan bu biçimde feragat da toplumun temizlik alışkanlıklarının süregeliş biçimleri ile ilişkili değil midir?

Dolayısıyla, gündelik hayatın bu mekanları ve metaları, onların toplum tarafından dönüştürülmesi, toplumsal dokunun kılcallarındaki değişimle beraber okunmaya muhtaç ya da bunlar arasındaki ilişkiler edebiyat, sinema, mimarlık, şehircilik ve sosyoloji için küçümsenemeyecek, geçiştirilemeyecek, muazzam bir kaynak bolluğu sergiliyor.

“Kayınvalidemlerde bu gece ben de bir biblo sayılırdım ya hadi neyse!” diyerek,bir tür “dürüstlükle” yazan Metin Aydın’ın yazılarında mekanlar ve nesneler gibi kimlikler de birer çokluk, çoğulluk ya da çok katmanlılık olarak çıkar karşımıza; Kürt olmaktan sıkıldığını da dürüstlükle ifade eden Aydın, bu yazılarda baba, koca, evlat, damat, öğretmen, dünyalı, kentli, yurttaş, okur, yazar, “yazarkolik” ya da “yazar müsveddesi”, yazamama hallerine takan bir “anti-yazar” gibi birçok katmandan oluşan bir kendilik halidir. Dağınıklığından gocunmayan bir dağınıklık hali… Bazen okurla diyalog halinde yürüyen yazılar bazen de yazarın monoloğuna, sayıklamalarına dönüşür gibidir ve Aydın, metinlerin bu akıp gidiveren doğasına aldırışsız bir tavır için de bazen konuya dönmekte, sadede gelmekte bazen de bu akıp gitme halini umursamamakta, kendi haline bırakmaktadır. Metnin kendisi daha yazılırken bile yazardan ve okurdan bağımsız bir kendilik kazanmış, alıp başını gider gibidir. O yüzden bunlara okurcul yazılar diyebileceğimiz gibi kimi zaman okuru da takmayan hallerine şaşırmayız. Yine de Metin Aydın öylesine bir yazma sevdasıyla yazar ki okuru da bu neşeye ortak etmek ister, bazen kendi dışına çıkıp, kendisinden,alaya aldığı bir üçüncü tekil şahıs gibi bahsettiği dahi olur.

Huzursuz yazılardır bunlar ve yazarın üçlemenin ilk sayfasından ilan ettiği üzere;rahatsız etmeye gelmişlerdir okurun karşısına. Kusmuk, salya, sümük, irin, kan, dışkı vs. saklanmak bir yana, gözümüze gözümüze sokulur gibidir. Lafı dolandırmadan söyleyelim ki iğneyi önce kendi canına batıran yazılardır; başlıca muhatabı, yazarın kendi suretinde, Kürt entelektüelleridir, başlıca çerçevesi,düzlemi Kürt modernleşmesidir. Taşralılık denen zihniyettir hedefi. Öte yandan, taşra diye bir yer yoktur aslında; kendini taşrada gören, yaşadığı yeri taşralaştırıp kendini bir çoraklığa hapseden bir çarpık bakış vardır.O taşra ki bir merkeze nazarandır; kendini merkezde gören bir diğer çarpık bakış vardır madalyonun öteki yüzünde. Metin Aydın her ikisine de çatar. Çünkü; en geniş kapsamı ile kültür, buralarda, “şu bizim coğrafyada” bir dekolonizasyonun konusu olacaksa, ki olmalıdır, Aydın buna girişmiştir. Bu yüzden kültür adına akla ne gelirse Aydın’ın mercekleri ona yönelme eğilimi taşır. Böylece bu yapay, eşitsiz ve uğursuz merkez-taşra ya da merkez-çeper ilişkisi krize sokulur, ilişkinin bu hiyerarşik kuruluşu reddedilir. Zira ne merkez sandığı kadar merkezdedir ne de burası taşradır. Olsa olsa bu ilişkiyi bu biçimleri ile kurumsallaştırırken iki tarafa da birer konfor alanı üreten bir çıkar ortaklığı vardır. Metin Aydın’ın çomak soktuğu yer tam da burasıdır işte!

Her şeye karşın,üçlemede yer yer kendini ele veren, “buradayım” diyen bir iyimserlik de hissedilir. Onca karanlığın içinde durup dururken bir ironisi ya da nidasıyla sizi güldürdüğü ya da “karanlıktan rengarenk ışıltılar koparacak, safi ışıktan bir bisturi” olmak istediği olur yazarın. İyimserlik bir imkân gibi göz kırpar; yazılar boyunca çeşitli boyutlarıyla gözümüzün önüne serilen gündelik hayat, olanca sıradanlığı ve yeknesaklığına rağmen, dönüştürülmesi durumunda, bazı muhalefet ve direniş imkanları anlamlarına da gelmektedir çünkü. Gündelikliğin ardındaki ideolojiler açığa çıkarılıp fark edildikçe onlarla başa çıkma imkanları da belirir. Ne var ki her konuda olduğu gibi bu konuda da kolaya kaçmamaktan yanadır Metin Aydın; okurunu uzun sürecek bir savaşa hazırlar gibidir. Bu yüzden, o iyimserlik pırıltıları kısa sürer ya da şöyle bir ima edilir. Bu yazıları okuduğum süre boyunca hep aklıma geliveren Behçet Aysan dizelerinin iklimine döneriz gene:” Yok başka bir cehennem/ Yaşıyorsunuz işte”.

Metin Aydın’ı yakından tanıyanların bildiği bir özelliğini, bu denemeleri okuyacak okur da fark edecektir; bir tür “flaneur”, bohem ya da “kent aylağı” karakteri ile kent sokaklarını ve etkinlik mekanlarını arşınlayan yazar, Charles Baudelaire ve 19. yüzyıl Avrupa metropollerinden günümüze, çokça işlenmiş bir tipin “coğrafyamızdaki” ve zamanımızdaki karşılığı gibidir. Ne ki amaçsız bir aylaklık ya da düpedüz serserilik değildir bu; tüm hülyalı haline rağmen gözü kulağı toplumda, toplumsal olanda, kentsel hayatın şiirinde ve ritminde, nihayet, bunları aşarak hayvanlarda, börtü böcekte; hayatiyettedir. Nitekim kendisini Diyarbakır’da bir panelde tanımıştım ilk. Kentte nerede bir edebi, sanatsal, kentsel vb.atraksiyon varsa Metin Aydın ya fizîken orada ve üzerine düşen şeytanın avukatlığı rolünde, sorulmayanı soran, itiraz eden adam konumundadır ya da fizîken orada değilse bile haberleri, medyadaki yeri üzerinden konuya dahil oldu, olacak bir hamlededir. Yaşadığı kentin ya da kasabanın entelektüel ve gündelik nabzını onun kadar iyi tutanına az rastlarsınız.Bu açıdan sadece fanatik bir gazete okurluğu sevdalısı değil, gazetecilik kumaşına da sahiptir.

Olay ve olguların tarihselliğinden söz ederek başladığım bu önsöz yazısını, sözü Metin Aydın’ın hayli çeşitli, hayli konuşkan denemelerine bırakmadan önce, gene tarih ve kimliğe ilişkin sözlerle bitirmek isterim. Aydın’ın da benim de üniversite yıllarımıza denk gelen çatışmalı ve kanlı 1990’ların bizi bir yol ayrımına zorladığını ifade etmeliyim; ya pek çok genç gibi çeşitli ideo-politik mecralarda militanlaşmayı seçecektik ya da edebiyat, müzik, sinema vb. bir zeminde, bir başka uzun yolun yolcusu olacaktık. Metin Aydın bu üçlemede sıkça andığı, Sokrates’in “bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” düsturu uyarınca, sürekli bir öğrenmeyi, zihin açıklığı ve etkinliğini;okumayı ve yazıyı seçmiştir. Elinizdeki kitap bu seçiminin isabetliliğini ortaya koyan bir dilsel/edebî maharette olmakla kalmıyor; bizim neslin kendisini, yaşadığı zamanı ve mekânı, kimliğimizi ya da kimlik tartışmamızı yazınsallaştırmanın ve tarihselleştirmenin de bir örneğini sunuyor.

1Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma, s. 21, Çeviri:Tanıl Bora- Utku Özmakas – Nazile Kalaycı – Elçin Gen,İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.

2 Lefebvre, H., Mekânın Üretimi, s. 111, Çeviren: Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2014.

Metin Aydın’ın edebiyat yoluyla giriştiği şeyin ne olduğunun felsefî uzanımlarıyla daha da anlaşılır olması için ayrıca şu okumalar da yapılabilir.

Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları, Çeviren: Işın Gürbüz, İstanbul, 1996.

Ve yine aynı yazara ait; Gündelik Hayatın Eleştirisi: Gündelik Hayat Sosyolojisinin Temelleri 1-2-3. Ciltler, Sel Yayıncılık, Çeviren: Işık Ergüden, İstanbul, 2010.

3 Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, s. 63, Metis Yayınları, Çeviren: Işın Gürbüz, İstanbul, 1996

Mehmet Atlı, Diyarbakır, 2024

BİR CEVAP BIRAK

Görüntü açıklaması

Güvenli alışveriş noktası

Hızlı ve güvenli ödeme