Ücretsiz Sevkiyat
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Çevrimiçi destek
Nihai ve 7/24 Destek
3d Güvenli ödeme
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hepsi Zamansızda
Güvenli alışveriş noktası
Hızlı ve güvenli ödeme
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Nihai ve 7/24 Destek
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hızlı ve güvenli ödeme
TOKMAK
Neyim var neyim yoksa kardeşim Hasan’a bırakmak istiyordum. Hasan, çocukluk zamanlarımın en güzel hatıralarında yer almıştı. Birlikte gökyüzüne bakıp hayaller kurardık. Evimiz doğunun güneyinde taştan bir köy evinde tek katlı toprak damlı bir evdi. Hasan ile yazları kasaba sıcağından kurtulmak için kasabaya gelir, toprak dama çıkar hayallerimizde yüzüp serinlemeye çalışırdık. Babam bize kasabamızın kutsal olduğunu, az ilerde Hz. Veysel Karani Türbesinin bulunduğunu o yüzden burada yanlış bir şey yaparsak başımıza kötü bir şey geleceğini anlatırdı. Bu anlatılar ruhuma kutsal his katar ve kalbimi ferahlatırdı, aslında dini anlayacak yaşta da değildim. Bir şeye inanmak kalbimi ferahlatıyordu, ruhuma dinginlik ve anlam katıyordu. İnanmak, bir şeylerin daha iyi olacağına dair umudu artıran bir duyguydu. Bunu Hasan’ın hastalığı ile öğrenmiştim. Hasan, akciğer kanserine yakalanmıştı ve tedavisi için yapılacaklar kısıtlıydı. Hasan’ın iyileşeceğine inanıp bir formül bulmalıydım. Umudum buydu benim. Babam bir keresinde karşı komşumuz Salih amcanın kamyonetini alıp Hasan’ı şehir hastanesine götürmüştü. Doktorlar kanser diye bir hastalıktan bahsetmişti, evreleri olduğunu ve Hasan’ın artık son evrede olduğunu, tedavisinin çok zor olduğunu, yurt dışında tedavi görmesi gerektiğini ancak ilaçların çok maliyetli olduğunu söylemişlerdi. Kasabadan kente zar zor gidebilen babam için o an doktorların söylediği imkansız bir şeydi. Ne yurt dışına gidecek ne de ilaçları alacak paramız vardı. Babama Hasan’ı iyileştirmek için bulduğum formülü söylemiştim. Çaresizlikten olsa gerek fikrimi çok sevmiş, her gün bizi doyurmak için uğraşmaya başlamıştı. Hasan aç kalırsa ciğerleri daha çok yorulur kanser daha çok ilerler düşüncesiyle her gün kasabada gündelik işleri yapmaya çalışırdı. Bulduğumuz formül buydu: Hasan aç kalmazsa yemek yerse güçlenecek ve kanseri yenecekti. Babam fiziksel olarak biraz daha geliştiğim için beni de gündelik işlere beraberinde götürürdü. Kasabada bazı günler iş bulur, bazı günler iş bulamazdık. Babam bizi doyuracak ekmek bulamadığında öfkelenir, öfkeden yüzündeki tüm damarları patlayacak gibi olurdu. Ve bu öfke hali beni dövmesiyle son bulurdu. Her şey Hasan içindi bunun farkındaydım, kimse kimsenin kendi içinde nelerle mücadele ettiğini bilmiyordu, ben babamın kendi içindeki savaşı biliyordum o yüzden babamın sinirli hallerine ses edemezdim. Çünkü bize de amcamlara da bakıyordu. İki aileyi doyurmak kolay değildi. Onun için bir çözüm noktası öfkesini beni döverek atmasıydı, yarına ekmek bulma umudu bu öfkeli hallerinin geçmesine bağlıydı. Annem, Hasan’ın hastalığını öğrendiğinden beri ağlayıp hacı hocaya Hasan’ın hastalığını söyleyip bir çözüm aramaya çalışırdı. Bazı kadınların çok dert çektikleri gözlerinden bellidir, yorgun ve çaresizdirler. Annem de böyleydi. Hiçbir zaman yaralarımı, ruhumdaki acıları ona söyleyemezdim. Çünkü onun derdi kendine yeterdi. Oğlu Hasan hastaydı ve çaresizdi, elinden bir şey gelmiyordu ekmek yapıp gözyaşı döküp kanseri hacı hoca ile yenmeye çalışmaktan başka.
Hassas olmayanlar için hayat daha kolaydır, tekdüze bir hayat yaşarlar, bir şeyleri derin düşünmezler. Ama benim gibi zihnini doyurmak için çabalayan, derin düşüncelere dalan birinin hayatı hep daha zor oluyor. Kendi hayatımdan çok başkalarının hayatında olan acılara üzülüyor, sorunları çözebilmek için daha çok uğraşıyor daha çok emek veriyordum. O yüzden dünyanın neresinde olursa olsun bir haksızlık bir çaresizlik görsem insanlara elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Birinin yarası benim yaram, birinin acısı benim acımmış gibi yaşamak bana kendimi iyi ve merhametli hissettiriyordu. Her şeye yetişemeyeceğimi de biliyordum. Çözemediğim büyük acıları da küçük parçalara bölerek kalbimde yumuşatıyordum. En azından kendimce bulduğum bir çözüm yöntemiydi. Yoksa insan bu kadar acıyı kalbinde nasıl taşıyabilirdi ki?
Kasabanın bilgesi olan Mehmet abi, babasını küçük yaşta iş kazasında kaybetmişti. Annesi de babası vefat ettikten üç beş yıl sonra ilaç alacak paraları olmadığından ve gelen yardımlar kısıtlı olduğundan hastalıktan ölmüştü. Hiçbir şeyleri yoktu, kasabada anlatılan hikayeye göre kasabada hayır sever bir adam onlara tek odalı toprak bir ev vermiş ve her gün kapılarına karınlarını doyuracak kadar yemek bırakmış. Mehmet abi kasabada hayırsever adamın yanında çiftçilik yapana kadar kendi başına aileden kalan tek oda toprak evde böyle büyümüştü. Okumayı çok sevdiği, doğayı araştırıp gözlemlediği için de kasabada ona bilge demişlerdi. Mehmet abi ara sıra okul çağına gelmiş çocukları toplar, onlara okuma yazma, felsefe, psikoloji, matematik gibi alanları öğretmeye çalışırdı. Tek odada toprak bir evde yaşıyordu ve bir keresinde odasını görme şansım olmuştu. Oda yerden yüksekte olan bir tavandan ve yer yatağından oluşuyordu. Yerden neredeyse tavana kadar sıra sıra dizdiği kitapları ve yanında duran ahşap merdiveni gözümde muazzam bir tablo gibi durmuştu. Mehmet abi, kendimi yanında huzurlu hissettiğim ender insanlardandı. Hasan’ın hastalığından sonra beni en iyi anlayan kişinin de Mehmet abi olduğunu hissediyordum. Sanki onunla her konuştuğumda zihnime bir tohum atılıyor ve atılan o tohumun zamanla yeşerdiğini, çiçek açtığını hisseden ruhum ferahlıyordu. Onun yanında hep yeni bir şey öğrenme heyecanı ile sürekli ondan ödünç kitap alma isteğim oluşurdu. İnsanın hayattaki anlamı neydi, insan ne ile yaşardı, insan kendini nasıl tanımlardı soruları Mehmet abinin yüksek tavanlı toprak odasında cevaplanıyordu.
Babam taş ve topraktan oluşmuş, güç bela ayakta duran iki odalı evimizin girişine iki çivi çakmıştı. Bir çivide her zaman emektar hırkası dururdu, çivinin hemen alt kısmında duvar köşesinde annemin toprak evimizi süpürüp temizlemeye çalışmaktan yorulmuş belinin bir simgesi haline gelmiş olan çalı ve ottan yapılmış safran sarısı süpürgesi dururdu. Diğer çivide ise babamın hayat felsefesi haline gelmiş ‘Ben fakir bir faniyim günahlarımı ve isyanlarımı bağışla’ kasidesinin yer aldığı eski bir çerçeve bulunurdu. Bu çerçevenin alt kısmında da uçlarına açtığı delikten ip geçirip astığı dedemden kalan iki tane tahta tokmak –dedem buna mîrkut diyordu- bulunurdu. Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan babam benle Hasan’a mutluluğu, insanın kendi hayatından razı olması diye tanıtmıştı. Okuduğum bazı psikoloji kitaplarında da mutluluğu, kişinin hayatından razı olması şeklinde yazmışlardı. Çivide asılı duran çerçeve isyan etmeden hayatımızı kabullenmeyi öğretmeye çalışmıştı. Biz her şeye razıydık, fakirliğimize isyan etmemek için Hasan ile okula gittiğimiz zamanlarda iki kalem alacak gücümüz olmadığından bir kalemi babamın tıraş olup eskittiği jiletle ikiye böler, kalemin ucunu da jiletle sivriltip yazı yazardık. Toprak evimizin önünde duran dibek taşında yerde bulup topladığımız buğdayları tokmakla ezer ekmek yapardık. Yine de fakirliğimize isyan etmezdik. Bir keresinde Hasan ile karşı komşumuz Salih amcanın ağzına kadar buğday dolu kamyonetine bakıp ‘Bir avuç alsak ne olur ki acaba? ’ diye düşünür gülerdik. En büyük hayalimiz Salih amcanın sahip olduğu kadar buğdaya sahip olmaktı. Hasan aç kalmazsa kanseri ilerlemeyecek gibi doğrusal bir formül bulmuş ve kanseri karnı doydukça yeneceğine inanıyordum. En azından büyük acıyı küçük parçalara ayırıp kalbimde yumuşatana kadar zihnim buna inanmak istiyordu. O buğdaylara sahip olunca buğdayları dibek taşında tokmakla ezmek bizim için büyük bir festival olurdu. Dedelerimizden kalma imece usulü bu geleneği niye bu kadar sahiplendiğimi ben de anlamazdım. Dibek taşının sağında solunda iki kişi duruyor, bu kişiler eline tahta tokmağı alıp sırayla taştaki buğdayları eziyorlardı. Birisi tokmağı kaldırıp indirdiğinde diğeri vurup kaldırıyordu. Bu iki kişi arasında da biri duruyor ve taştan dışarı dağılan buğdayları yeniden taşa atıyordu. Bana göre bu işleme festival havası katan ve adeta bana zihin egzersizi yaptıran- okuduğum kişisel gelişim kitapları zihin egzersizi yapmak size iyi gelir diyordu- kısmı tokmağı taşa vuran kişilerin sırayla ritmik sözler söylemesiydi. Babamla dedemin bir dönem taşta buğday dövüşünü böyle izlemiştim.
Hasan ile bir akşam toprak damda kurduğumuz hayalde halay çekmek vardı. Hasan yorulur ciğerleri ağırır diye de ‘Ben halay çekeyim sen beni izle, hem bak ayna nöron diye bir şey varmış, geçen Mehmet abinin verdiği bir kitapta okumuştum. Ayna nöronlar beynimizin içindeki özel hücrelerdir ve hareketlerimizi gerçekleştirirken veya başkalarının aynı hareketi yapmasını izlerken devreye giriyormuş. Sen de izleyip halay çekmişsin gibi hissedebilirsin’ demiştim. Hasan da bu fikre gülmüştü. ‘Tamam o halde bunu deneyelim demişti’. Fiziksel aktivitenin mutluluğu artırdığını Mehmet abinin verdiği kitaplarda okumuştum. Karşı komşumuz Salih amca, kasabadan kente bir günlüğüne gider, tüm işlerini hallederdi. Buğday dolusu kamyonetini kasabaya getirmek bu işlerinden biriydi. Buğday kamyonu geldiğinde halay çekme hayalimizi gerçekleştirmek için Hasan aşağıda beklemişti, ben kamyonete tırmanıp kamyonetin ucunda durup halay çekmeye başlamıştım. Halay çekerken ayağım buğdaylara çarpmış buğdayları yere düşürmeye başlamıştı. Gerçekten de halay çektikçe beynimin içindeki festival coşkusunu hissetmeye başlamıştım. Daha fazla halay çekmek istemiştim, orada ne kadar durup ayak ucumdan omzuma kadar bedenimi hareket ettirdiğimi ve beynimin içinde halay şarkısı çaldırdığımı hatırlamıyorum. Beynimdeki halay orkestrası Hasan’ın ıslık çalıp ‘Hadi in artık akşam oldu, eve gidelim’ demesi ile durmuştu. Hasan’ın yüzündeki keyfi görünce ayna nöronların işe yaradığını düşünmüştüm. Yere bir sürü buğday düşmüştü, onları kamyonete geri bırakmak bizim için hem zaman kaybıydı, hem de Salih amca görse ona durumu nasıl açıklayacağımızı bilmediğimizden utanç duyduğumuz bir durum haline gelmişti. Zira Salih amca ara sıra babama buğday vermeyi teklif etmiş babam fakirliği gururuna yediremeyip buğdayları kabul etmemiş ve ‘Rızkı veren Allah’tır’demişti. Salih amcaya halay çekme hayalimiz sonucunda buğdayların yere düştüğünü, bunları geri bırakmaya çekindiğimiz için avuçlarımıza aldığımızı söyleseydik inanır mıydı bilmiyorum. Belki de bilinçli olarak oraya çıktığımızı ve bilinçli olarak buğdayları düşürüp çaldığımızı düşünürdü. Utançla ve keyifle karışık bir ruh halinde buğdayları toplayıp ceplerimize doldurup evin yolunu tutmuştuk. Hasan ‘Sence biz hırsızlık mı yapmış olduk?’ diye sorunca beynimdeki orkestra artık beni terk emiş ve yerini Mehmet abinin bize sorduğu soruya bırakmıştı. Mehmet abi bir keresinde bize toplumsal ahlakı anlatmaya çalışmış ve farklı isimleri örnek göstermişti. Dünyanın farklı bölgelerinde de bizim kasabada olduğu gibi toplumsal ahlaki değerler önemliymiş ve bunun üzerine çok fazla araştırmalar yapılmış. Sadece Veysel Karani Kasabasına ait olduğunu düşündüğüm toplumsal ahlak kavramı Mehmet abinin Kohlberg’i tanıtmasıyla genişlemişti. Mehmet abinin anlattığı Kohlberg’in ahlaki gelişim kitabında yer alan Heinz İkilemindeki soru beni her zaman geleneklerim, inançlarım, anlatılan hukuk ve duygusal dünyam arasında sıkıştırmıştı. Cevabını bulamıyordum. İkileme göre Amerika’nın küçük bir kasabasında Heinz adında bir adam varmış. Heinz evli ve karısı kanserin özel bir türünden hasta ölüm döşeğindeymiş. Heinz’in karısını iyileştirecek tek bir ilaç var ve o ilaç kasabadaki bir eczacı tarafından üretilmekteymiş. Eczacı bu ilacı maliyetinden çok yükseğe satmaktadır ancak Heinz’de bu ilacı alacak para yokmuş. Heinz çaresizlikten tanıdıklarından ödünç para ister ve resmi kurumlardan destek ister, ilaç için talep edilen miktarın yarısını bulmuştur. Eczacıya gider karısının ölmek üzere olduğunu anlatmış ve eczacıdan ilacı daha ucuza vermesini istemiş, eczacı bunu kabul etmemiş. Peki Heinz karısını kurtarmak için ilacı çalmalı mıdır? Neden? Kasabadaki hiçbir çocuk bu soruya cevap verememişti. Mehmet abi de demişti, bu sorunun cevabı hayatınızın bir parçasında gizlidir. Belki de hayatımın geri kalanını değiştiren bu soruydu.
Nefes nefese eve varmıştık. Bahçedeki dibek taşının yanına gelip buğday tanelerini içine atıp eve tokmakları almak için girdiğim sırada anneme ‘Buğday bulduk gel öğütelim’ demiştim. Annemin gözleri hep ıslak kalırdı, dile getiremediği çaresizliğini böyle sulardı. Buğday getirdiğimizi duyunca sevinmiş bahçeye birlikte çıkmıştık. Buğdayları dövmek için sabırsızlanıyorduk. Tokmak bana biraz ağır gelmişti, ama olsun ergenliğe girmiş kaslarımız gelişmeye başlamıştı artık. Kaslarımızı daha da geliştirmek veya farklı bir şey yapma heyecanı içinde miydik bilmiyorum, elimize tokmağı alınca dedemle babamın karşılıklı buğday dövüşünü yaptıkları an tablo gibi gözümün önünde durmuştu. Dibek taşının sağ tarafında ben, sol tarafında Hasan duruyordu. Hasan yorulsun istemiyordum, ama onu çok istekli ve heyecanlı görünce onun da tokmağı alıp taşa vurmasına izin vermiştim. Bu sefer ayna nöronla onu kandıramazdım. Annem taşın orta tarafında durmuş ve dağılan buğdayları tekrar taşın merkezine atıp onları dövüp ezmemiz için yardım etmeye çalışıyordu. Babam da böyle yapardı. Yaramazlık yapmayayım, isyan etmeyeyim diye beni hep ezerdi. Babamla tartışamazdım, hayat beni bu kadar şımartmamıştı. Babam beni her ezdiğinde içimden onla yaptığım kavgalarda ben galip gelirdim ve galip geldiğim her kavgada günah biriktirdiğimi hissederdim. Babamla ilgili ne zaman olumsuz bir şey düşünsem Allah’ın başıma gökten taş atacağını düşünür korkardım da. O yüzden babamı sevmek zorunda kalmıştım. Onu eleştirecek gücüm yoktu. Bizim karnımızı doyurmaya, Hasan’ı kanserden korumaya çalışıyordu. Karşılıklı olarak Hasan’la elimizdeki tahta tokmaklarla buğdayları ezmeye başladık. Her bir buğday tanesi hüzünlerimi, acılarımı, kırgınlıklarımı temsil etmişti. O an dünyanın en büyük çukuru Mariana çukuru değil de önümüzde duran içine hüzünlerimi, acılarımı, kırgınlıklarımı bıraktığım dipsiz kuyu dibek taşı olmuştu. Bu duygularımı ezdikçe dağılıyor, dağılan her bir duygunun yeniden kuyuya atılıp ezilmeye terk edilmesi döngüsü buğdayların un olduğunu görünce duruyordu. Acılarımı böylece yendiğimi ve onları terk ettiğimi sanardım. Un kimisine göre ekmekken bana göre acılarını terk etmiş ve hayatına temiz bir sayfa açmak için verdiğim derin nefesin özgürlüğüydü. Hasan ile Mehmet abiden yeni öğrendiğimiz şarkıyı karşılıklı söylemeye başlamıştık:
‘Mezarıma gel gül dök
Mezarıma gel gözyaşını dök
Mezarıma gel göz yaşını yağdır
Mezarıma gel aklına geleyim.’
Festival bitmiş annem unu alıp içeriye girmişti. Annem ekmek yapmaya başlamışken Hasan ile toprak dama çıkmıştık. Artık Hasan’ın karnı doysa da daha çok öksürdüğünü, kalbinin daha fazla ağırdığını, günden güne zayıfladığını görüyordum. Kurduğum doğrusal denklemin yanlış olduğunu kabullenmek istemiyordum. Zihnim başka denklem bulmaya çalışırken Hasan’ın ‘Bak bugün Mehmet abiden aldığın kitaplardan bir söz okudum. Diyarbakırlı biri demiş, aşkı ‘Sana bakınca keyfim gelir’ diye tanımlamış. Ne kadar saf ve masum bir tanım değil mi?’ Şaşırmıştım Hasan’ın büyüleyici esmer gözlerinin ıslandığını görmüştüm. Aslında o an karın doyurup kanseri yenme formülünü, duygularla formüle edebileceğimi Hasan göstermişti. Hasan’a ‘Hayırdır, aşık mı oldun’ diye sorduğumda, ‘Sana bakınca da keyfim geliyor abi’ demişti. Duygulanmıştım, evrende var olduğumu hissettiğim güvenli alan Hasanın yanı olmuştu. Sarılıp ağlamıştık. Aileden birine sarılmanın rahatlatıcı etkisi olduğunu çok sonra öğrenmiştim. İlk defa sevginin en güzel halini yaşadığımı, bedenimin rahatladığını Hasan’a sarılınca anlamıştım. Babamla annem bize hiç sarılmamıştı, babam bize karnımızı doyurmayı, annem hayatı çaresizce yaşamamızı öğretmeye çalışmıştı. Benle Hasan bunu aşmıştık. Damdan aşağı inip yer yatağımıza geçmiştik. Hasan’ın o gece öksürüğü kesilmişti, karnı doymuştu. Mutlu uyumuştum.
Sabah uyandığımda Hasan’dan ses çıkmıyordu. Hasan cansız yatıyordu. Nefes alış verişi yoktu. Ölüm neydi? Zihnim kitaplarda okuduğum soğuk kelimelerle yazılan ‘bir organizmayı ayakta tutan tüm biyolojik işlevlerin geri döndürülmez şekilde sona ermesi’ tanımını, Hasan’ın öldüğünü kabullenmiyordu. Annem ve babam Hasan’ın ölümüne hiçbir şey dememişlerdi. Annemin ıslak gözlerinde ve babamın öfkeden damarlarının patlayacak gibi durduğu yüzünde artık Hasan için dualar etme hali olmuştu. Hasan’ın öldüğünü benden daha çabuk kabullenmişlerdi ve Hasan’ı uğurlamak için kasabada cenaze töreni düzenlemişlerdi. Ben hayatın anlamını Hasan bana sarılınca anlamaya başlamıştım. Şimdi ise Hasan yok ve anlamsızlık içinde kendimde derinleşmeye ve gittikçe boğulmaya başlamıştım. Veysel Karani Kasabasındandık biz, yanlış bir şey yaparsak başımıza kötü bir şey gelir demişti babam, Salih amcanın buğdaylarını geri bırakmalıydık. Ama biz onları çalmamıştık, yere düşmüştü buğdaylar. Bir de Hasan’ın tokmakla buğday ezmesine izin verdiğim için ciğerleri yorulmuştu, izin vermemeliydim suçluluğu içinde nasıl ağladığımı bilmiyordum. Hasan’ın öldüğüne inanmaya çalışmak ruhumu ateş gibi yakan bir karıncalanma hissi ile uyuşturuyordu. Kendimi kimsesiz ve yetim hissediyordum. Hasan’ın cenazesinde Mehmet abi yanıma gelmişti. Herkes Hasan’ı dualarla uğurlarken kulağıma eğilip şu soruyu sormuştu: ‘Hasan’ın hastalığını iyileştiren tek bir ilaç olsaydı ve paran olmasaydı o ilacı çalar mıydın?’.