Ücretsiz Sevkiyat
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Çevrimiçi destek
Nihai ve 7/24 Destek
3d Güvenli ödeme
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hepsi Zamansızda
Güvenli alışveriş noktası
Hızlı ve güvenli ödeme
Hızlı ve Ücretsiz Gönderin
Nihai ve 7/24 Destek
Güvenli Çevrimiçi Ödeme
Hızlı ve güvenli ödeme
Zihinsel Denemeler- 2: Yaratılışın Sessizliği
Başlangıçta, gökler ve sular arasında derin bir sessizlik vardı. Ne zaman vardı ne de biçim. Karanlık, henüz aydınlıkla tanışmamıştı. Sessizlik, varoluşun ilk nefesiydi. Boşluğun içinde yankılanan bir nefes, hiçliği yarıp geçti. Bu nefes, yazgısı yazılmamış bir dünyanın ilk harfiydi.
Sonra, Bilgeliğin Tanrısı Enki sessizliğini bozdu ve şöyle dedi:
“Toprak, su ve rüzgâr bir bütündür. İnsan da bu bütünden doğacak. Ona özümüzü katacağız, düşünmeyi, öğrenmeyi ve yaratmayı bahşedeceğiz. Ama unutmamalı, bilgi sadece aydınlatmaz; bazen yolu daha da bilinmez kılar.”
Böylece Enki, toprağı kendi özüyle yoğurdu ve insana biçim verdi. İnsan, kum taneleri gibi zamana savrulmadan önce, sonsuz bir bilinmezliğin içinde uyuyordu. Ancak Enki, bu uykunun sürmesine izin vermedi.
Enlil, fırtınaların ve göklerin efendisi, insana nefes verdi ve fısıldadı:
“Bu nefes sadece hayat vermeyecek, aynı zamanda bir yazgıdır. Yazgısını taşıyacak, gökyüzünün enginliğini, toprağın bereketini ve suyun sonsuz akışını veriyoruz. Unutma, her armağan, bir sınavı da beraberinde getirir.”
İnsan gözlerini açtığında, omuzlarında yazgısının ağırlığını hissetti. Tanrıların eliyle şekillenen bu varlık, armağanlar ve sorumluluklar arasında sıkışıp kalmıştı. Enki, ona bilgeliği sundu; yazıyı, tarımı ve sanatı öğretti fakat her bilgi, insanı daha büyük bir bilinmeze sürükledi.
Bilgisi arttıkça yalnızlığı büyüdü; anlayışı derinleştikçe soruları çoğaldı. Her şeyin bir düzen içinde yaratıldığını düşünse de, aslında düzenin ardında bilinmez bir kaos vardı. Enki, su gibi akışkan, gizli bilgilerin efendisi olarak insanı eğitti. Ancak Enlil, yazgının kaçınılmazlığıyla onu sınadı. İnsan, her öğrendiğinde, her inşa ettiğinde bir başka şey gelip emeklerini silip süpürdü. Tufanlar, kuraklıklar, savaşlar… Zamanın çarkları döndükçe insan, tanrıların oyunlarındaki bir taş gibi savruldu.
Ancak insanın gerçek sınavı, tanrılardan değil, kendi içinden yükseldi. Yeryüzü ve gökyüzü arasındaki bu varlık, hangi yöne yürümesi gerektiğini bilemez hale geldi. Enki’nin hediyeleri ona yeni ufuklar açarken, Enlil’in sınavları bu yolları sürekli karartıyordu. İnsan, kendini tanrıların büyük hikayesinde küçük bir detay gibi görse de, aslında büyük bir bilmeceye dönüşmüştü.
Enki dedi ki: “İnsan, bilgeliği aradığı ölçüde tanrıların gözünden kaybolur.”
Ancak bu, bir kurtuluş değil, aksine daha büyük bir bilinmezliğe adım atmaktı. Bilgelik, yol gösteren bir ışık gibi görünse de bazen en ağır yük olabiliyordu. İnsan, ne kadar çok öğrendiyse o kadar ağırlaştı. Ne kadar çok bildiyse, o kadar yalnızlaştı. Çünkü gerçeğe yaklaşmak, eski yanılsamaları yıkmak demekti. İnsan, tanrıların gözünden kayboldukça kendi gölgeleriyle yüzleşmek zorunda kalıyordu. Bütün öğrendiklerini sorguladığında, geçmişten miras aldığı bilgilerin, aslında başka bir bilinmeze açılan kapılar olduğunu fark etti. Oysa her bilgelik, yeni bir sorumluluk demekti. Bilginin yükü bir taç gibi başına konmuştu, ama bu taç ağır ve keskin kenarlara sahipti.
Enlil bir gün şöyle fısıldadı: “Acı, insanın kaderidir. Onu reddetmek, kendini reddetmektir.”
İnsan için acı, yalnızca bedensel bir ıstırap değildi; içsel bir çatışmaydı, varoluşun kaçınılmaz ağırlığıydı. Acı, insanın geçmişiyle ve geleceğiyle yüzleşmesini sağlayan, onun sınırlarını belirleyen bir mühürdü. Onu reddetmek, insanın kendi varlığını inkâr etmesi demekti. Fakat insan, kaderinin kaçınılmazlığını kabullenirken onu değiştirme arzusunu da içinde taşıyordu. Tanrıların yazdığı bu hikâyede yalnızca bir satır mı olacaktı, yoksa kendi dizelerini yazabilecek miydi? Enki ona bilgeliği sunduysa, Enlil de ona karşı duracak gücü vermiş miydi?
Belki de insanın gerçek sınavı buydu: Bilgelikle sınanmak mı, yoksa cehaletin huzuruna sığınmak mı? Bilginin sorumluluğunu taşımak mı, yoksa farkındalıktan kaçmak mı?
Böylece insan, bilginin ağırlığını taşıdığı ölçüde yükselirken, yalnızlığının derinliğinde kayboldu. Gerçeğe yaklaştıkça uzaklaştı, bilgiyi kavradıkça her şey anlamını yitirdi. Tanrıların ona sunduğu bu çelişkili armağan, bir lütuf muydu, yoksa yalnızca bir yanılsama mıydı? Bilginin onu kurtaracağına inandıkça daha büyük bir bilinmeze gömüldüğünü hissetti. Çünkü bilgi, bir kapı gibi görünse de o kapının ardında her zaman yeni bir bilmece saklıydı. İnsan, kendi yolunu çizdiğini sandıkça tanrıların kadim gölgeleriyle yüzleşiyordu.
İnsan gerçekten özgürlüğe mi ilerliyordu, yoksa hiç çıkamayacağı bir labirentin içinde sonsuza dek dolanmasına mı izin verilmişti?
Belki de gökyüzündeki tanrıların savaşının bedeli, yeryüzünde ödeniyordu. Ya da Enki ve Enlil’in bitimsiz mücadelesi, yeryüzünde yankılanan bir fısıltı; denizlerin öfkesi, toprağın sessizliği ve insanın yazgısıydı.
Dipnot:
Bu metinde, Sümer mitolojisinin kadim temalarını modern bir bakış açısıyla yeniden yorumladım. Amacım, Sümer efsanelerini birebir aktarmak değil, bu efsanelerden ilham alarak insanın varoluş, bilgi ve yazgı mücadelesini felsefi bir çerçevede sunmaktır.
Enki ve Enlil’den alıntıları, Sümer tabletlerinden doğrudan almadım; ancak tanrıların mitolojik kimliklerini ve Mezopotamya düşünce yapısını temel alarak yeniden kurguladım. Bu nedenle metin, Sümer anlatılarından esinlenen, çağdaş ve felsefi bir yorum olarak değerlendirilmelidir.