Görüntü açıklaması

Ücretsiz Sevkiyat

Hızlı ve Ücretsiz Gönderin

Görüntü açıklaması

Çevrimiçi destek

Nihai ve 7/24 Destek

Görüntü açıklaması

3d Güvenli ödeme

Güvenli Çevrimiçi Ödeme

Hepsi Zamansızda

Mağazaya git

İSMİNİ SEVMEYEN ADAMIN HİKÂYESİ

Zeynep Çelik
3 Temmuz 2024
Image Description

Sokak lambalarının kaldırıma yansıttığı ağaç gölgelerinden bahsetmek isterdim ben de. Akşam serinliğinin ince ince dokunmaya başlamış olduğundan. Durakta elleri cebinde bekleyen adamın, dümdüz baktığı caddeye doğru bir öne bir arkaya sallanışından. Kulaklık takıp yürüyüşe çıkmış iki kadının arasındaki fiziksel mesafenin anlamından. Caddeden geçen tek tük aracın bir yere yetişmeme hızına şaşkınlığımdan. Köşeyi dönüp uzaklaşan araçlardan birinin varacağı evde çıkacak olan kavgadan, bir diğerini kullanan adamın kapıda, “Baba,” diye sevinç çığlığıyla karşılanacağından. Yok. Bunlar değil derdim. Derdim tüm bunların içinden geçen kendim. Aracıyla geçenlerin, kaldırımdaki bu kadını görüp görmediği. Derdim, sokak lambalarının ağaç gölgelerini düşürdüğü bir kaldırımdan diğerine beni geçiren adımlar. Serinliğin ürperttiği bedenimden geçen adamlar. Duraktaki adamın, yanından geçen kadının ayak seslerini duyup duymadığı. Yürüyüşe çıkan kadınların bakışlarının üzerimde olup olmadığı.

Sırtımı döndüğüm duvarın önündeki bankta oturuyorum. Bir sigara çıkarıyorum çantamdan. Bir sigara. Paket değil. Çakmağı elbette. Sigaranın ucuna tuttuğum ateşin rengi sokağın rengiyle örtüşüyor. Sonra seninle örtüşüp örtüşmediğimiz düşüyor aklıma. Derdim, biz oluyor. Bizi bulmak için geri sarıyorum. -Kendi ânının içinde gerçekleşirken yavaş, yaşanmışlığa dönüşünce hızlı.- Yaşarken sancısını çektiğim ne varsa geriye sararken gülüyorum. Tuhaf ve sinir bozucu bir gülme hali bu. Az sonra kendi cinayetimi işleyecekmişim gibi. “Dur yahu,” diyorum kendime, “yine olumsuz, yine karamsar, bir ölümler kalımlar. Bu senin öykün değil. Bu; derdin ‘ben’ olduğu, bir ‘ben’ olma derdini onun üzerinden anlattığın, ismini sevmeyen adamın hikâyesi.” Geri sarmaya devam ederken niye baştan beri kendimden ve kendi yolumdan bahsettiğimi sorguluyorum. Yemyeşil bahçesi olan, bahçesinin aksine küf kokan yere giriyorum birkaç basamaktan geri geri çıkıp. Tersim sola dönüyor, bir daha sola. Sonra yavaşlıyor her şey. Geri dönüşün yorgunluğuyla oturduğum yerde arkama yaslanıyorum. Zamanın akışının doğrultusunda giriyor içeri. Tam karşıdan, önümden geçerken… Benim kaldırdığım, onun çevirdiği başlarımız… Her gün. Daha sonra konuşmak üzere yükleniyor tüm konu başlıkları. Fark ediyoruz. Anlaşılabilirlik hali büyüyerek bir çember oluyor. Sınırı nerede, hatırlamıyorum. Küçücük bir çemberden eğile büküle geçip ilk ne zaman, neyi konuştuk, hatırlamıyorum. Zamanla tüm şakaları ciddiyetle karşılayıp tüm ciddiyetlere güldüğümüz bir hâl alıyoruz. Küfrettiğim yerden çekilip kahkaha atıyor olarak buluyorum bazen kendimi. Onu olumlu, ılımlı bakış açısından küfreder hale getiriyorum bazen de. En çok da şaşırıyoruz, “Şaşırmayacağız bir dahaki sefere,” diye bir öncekinde söz verdiğimizin aksine. Nasıl açılıp da nereye vardığına yetişemediğimiz sohbetlerden sonra, “Hadi bakalım al buyur, yine dünya,” diyeceğimizi biliyoruz. Proust’un tanımı görüyorum öyle anlarda tam karşımda. Bakışları bir an derinlere dalıyor, sonra derhal, dibe varmış bir dalgıç gibi yüzeye çıkıyor. Bir vedada tek sarılmayanım oluyor, bir otobüste dur düğmesine ilk basanı oluyorum.

Bir var oluşun yokluğunu sorguluyoruz elimizdeki logolu kahvelerle. Biraz Sartre, biraz cortado. Çarpıklığın ve eleştirdiğine düşüşün fotoğrafını verirken, “Az önce şurada sarıldık, hatırlıyor musun?” diyor. “Ben,” diyorum, “Ben,” diyor. “Ben,” diyor, “Ben,” diyorum. Yine gülüyoruz. Coşkulu ve gerçek bir gülüşe sığan yığılmışlık hissiyle, “Hadi kalkalım,” oluyor son cümle, “bir dahakine…”

Dönüş yolunun bana kalan kısmında, neyi kaybettiğimi düşünüyorum. Biriyle yaptığın sohbetin sonunda dünyaya gözlerini yeniden açmak gibi hissetmenin sebebini. Aslında gözlerimi açtığım yerde her şeyin bir miktar anlamsız olduğunu. Hâlbuki bu bir anlamsızlık çağı değil. Aksine her şey fazla anlamlı. Anlamaların arasında kayboluşun öyküsü bu savruluş öyküleri de. Bu tutunamama halleri. Anlam, arandığı dönemde anlamını bulandı ve anlamına oturan anlam kendini var ederken bulunuşunun sancısıyla girdi her bedene. Çekilen her ruhsal acı, anlamı biraz daha çökertti. Anlam, sıvılaşmış hayatların dibindeki tortu oldu. “Bunları konuşmalıyız bir dahakine,” diye geçirdim aklımdan. Anlamsızlaşmanın yolu buydu. Anlamsızlaşmazsak anlam kazanırdık. Kazanmamalıydık.

Bu defa kendim için bastığım düğmenin uyarısıyla duran otobüsten indim. Sağıma soluma bakmadan karşıya geçtim. O an öylesi gerekliydi. Caddeden geçen tek tük aracın bir yere yetişmeme hızına şaşkınlığımdan bahsetmeyeceğimi yazacaktım az sonra. Bazen bakmamak, bazen boşlukta çarpılmak gerekirdi. Karşıya geçip banka oturdum. Bir sigara çıkardım çantamdan. Bir sigara. Paket değil. Çakmağı elbette. Sigaranın ucuna tuttuğum ateş sokağın rengiyle örtüştü. Bir ürperti hissettim. Küçük bir titreme. Ceketi önde sıkıca kavuşturma. “Kavuşturma Feryal,” dedim. Bazı şeyler anlamsız olmalı, bazı kişiler kavuşmamalı. Kavuşmak kavurucu bir gerçeklik getirirdi beraberinde. En tükenmez sandığın şeyler gerçekleşmişliğin kurbanı olurdu. Bir öncesindeki evrede verilen sözler unutmak içindi. Bir ayıbın içinde fırtınaya tutulmuş kayıplardık çünkü. ‘Lütfen tutunmayınız’ diyen bir uyarının treninde tutunmadan yol alanlardık. Sarı çizgiyi hiç geçmedik. Belki geçsek… Yıllardır aradığımız kayıp kendimizi bulacaktık. Belki geçsek… Kendimizle çarpışacak ve kendi küçük evrenimizin big bang’i olacaktık. Yapmadık. Geçmedik. Geçmedim ben de. Trenin gelmesine hep dakikalar kala. Ben hep sarı çizginin gerisinde. Kör adımlarımın aldırmadığı yolda bir meczup. Var gibi ama yok. Trenin geldiğini haber veren hava akımı. Önümde açılan vagon kapısı. İçeride içinde onlarca kişiyi barındıran birkaç kişi. Kiminin başı cama yaslı, kiminin başı elindeki telefondan akanlara. Herkesin kaçış yolu kendi bildiğince. Kimse mutlu değil. Zaten mutluluk yakalanabilir bir şey değil. Mutluluk aranması en yanlış olan. En kaybedilmemiş olan mutluluk. En rastlantısal. Mutluluk bir iğne, yanlışlıkla ele batan. Küçük delik. Hızlı acı. Bir miktar kan. Mutsuzluğun bekâreti. Ben mi? Zamanın içindeki ayıp, aslında olmak istediğim kişinin bir yöntemi. Bu ise hâlâ ismini sevmeyen adamın hikâyesi.

Önceki makale Aşkın Tanımı
Sonraki makale TOKMAK

Zeynep Çelik

1988 yılında Eskişehir’de doğdu. Lise yıllarında özel bir tiyatroda sahne eğitimi aldı. Balıkesir Üniversitesi Mimari Restorasyon Bölümünden mezun oldu. Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde eğitimine devam etmekte. Dağhan Külegeç Yayınlarında düzeltmen. 2016 yılından itibaren Yaratıcı Yazarlık Atölyesi öğrencisi. Distopya ve Apartman dergilerinde öyküleri yer aldı.

BİR CEVAP BIRAK

Görüntü açıklaması

Güvenli alışveriş noktası

Hızlı ve güvenli ödeme