Görüntü açıklaması

Ücretsiz Sevkiyat

Hızlı ve Ücretsiz Gönderin

Görüntü açıklaması

Çevrimiçi destek

Nihai ve 7/24 Destek

Görüntü açıklaması

3d Güvenli ödeme

Güvenli Çevrimiçi Ödeme

Hepsi Zamansızda

Mağazaya git

Bergen ve Diğer Arabesk Şeyler

Mehmet Kabakçı
8 Haziran 2022
Image Description

Bergen’i toplamda 6 milyondan fazla kişi izledi. Kalkıp sinema salonlarına giderek izleyenlerin sayısı bu. Evlerinde, internette, telefonda izleyenleri de hesaba katabilseydik belki 10 – 15 milyon insan izledi Bergen filmini.  Müslüm filmini de sinema salonlarında 7 milyon kişi izlemişti. Bir kıyas yapabilmek ve göstermeye çalıştığım resmi netleştirmek için söylüyorum: Türkiye’de her yaştan ve kategoriden kitleleri sinemaya çeken Recep İvedik serileri bile bu kadar büyük rakamlara ulaşamamıştı. Peki Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmini kaç kişi izlemiş? 161 bin kişi! Evet sadece yüz altmış bir bin kişi! 

Bugün Küçük Emrah’ın veya Münevver Karabulut cinayetinin filmi olsun yine milyonlarca insan akın akın sinema salonlarına koşacaktır. Neden, Bir Zamanlar Anadolu’da filmini sadece 161 bin kişi izliyor da Bergen’e milyonlar koşuyor? diye bir soruşturma yapabiliriz ama hayır, biz böyle bir şey sormayacağız. Ceylan’ın, Anadolu’yu tasvir eden filmleriyle Bergen’i, Müslüm’ü karşılaştırmayacağız. Gereksiz bir şey bu. Bizim sorumuz şu: Bergen gibi Müslüm gibi filmlerin bu kadar çok izleyici toplamasının nedeni nedir? Bu sorunun cevabı tabii ki çok basittir: Çünkü Türk halkı acıyı ve trajediyi izlemeyi sever. Evet, bu cevap doğru ama bize bir şey katmaz. Kupkuru bir bilgi sadece. Hemen başka ve asıl can alıcı soruyu sormamız gerekiyor: Bizim halkımız acıyı ve trajediyi izlemeyi neden bu kadar çok seviyor?

Bu soruya da kolay cevaplar verilebilir. Ama her cevap bizi başka bir soruya götürür. Çünkü amacımız kitle davranışlarının çekirdeğine inmek, onu meydana getiren atom altı parçacıkları görebilmek.

Belki biraz esprili ama kesinlikle düşündürücü olan şu yanıt, en doğrusu olabilir: Çünkü Türkler genel olarak izlemeyi sever. Ama hayır, sadece izlemeyi değil; biz başkalarının acılarını dinlemeyi de severiz. Başka insanların mesela komşumuzun, komşunun gelininin, aşağı mahalledeki Sümeyye ablanın, falanın filancanın yani o anda, orada olmayan herhangi bir insanın başına gelen bir işi, felaketi, acıyı konuşmak bizim toplumunun en sevdiği sohbetlerden biri değil midir? Ha kendi kendimize söylenmek de bize ayrı bir zevk verir.

Bergen’in ve Müslüm’ün bu kadar çok izlenmesinin nedenlerini sosyolojimizde aramalıyız. Teker teker bireysel özelliklerimizde, kişisel acılarımızda, yoksulluk veya duygusallığımızda değil, hayır; toplumsal kimliğimizde arayacağız. Nedir peki o sosyoloji? Bizi arabesk figürlere, arabesk ezgilere çeken şey nedir? Haksızlığa, zorbalığa, düşmüşlüğe karşı duyarlı oluşumuz mu? Niye bu kadar meraklıyız niye bu kadar duyarlıyız acı satıcılarına? Hepimizin kişisel hayatı Bergen’in, Müslüm’ün hatta Küçük Emrah’ın hikâyelerine benzediği için mi dersiniz? Bu insanların öyküleriyle bir kader ortaklığımız mı var? Yoksa böyle bol acılı, baharatlı öyküleri çok mu seviyoruz zaten? Hatta sanat müziğini de bir tür pre-arabesk müzik sayarsak bizim kendimizi bulduğumuz tek müzik: Arabesk müzik. Baksanıza bugün bile en batılı en avangart en yenilikçi sanatlarımızda bile arabesk motiflerden vazgeçemiyoruz. Niye?

Çünkü Türk toplumu sindirilmiş bir toplumdur. Evet, pek çok uygar ulustan çok daha önce bazı demokratik haklara ve medeni hukuk kanunlarına kavuşmuş olmamıza rağmen Anadolu halkı pasif, kaderci, korkmuş; karşı çıkmaktan çok boyun eğmeye, itaat etmeye, içine atmaya, iç çekmeye, efkâra ve hüzne alışmış, alıştırılmış adeta bir sirk hayvanı gibi terbiye edilmiş bir halktır. Anadolu insanı zorbalığa, horgörüye,  haksızlığa, hakarete ve şiddete maruz kaldığında hakkını arayan bir insan türü değildir. Hukuk, Anadolu insanının aşina olduğu bir kavram değil ki. Mahkeme deyince ya miras davası ya da tapu işleri gelir bizim köylümüzün aklına. Hukuk soğuk, yabancı ve itici bir kavramdır.  Canımızı yakan kişileri ve kurumları adaletin karşısına çıkarmak isteyen bir toplum değiliz ve hiçbir zaman da böyle bir ulus olmadık. Ya cinayet işleriz ya da boyun eğer ve ağlarız biz. En çok bir araya gelip vah vah vaah deriz. Bunu şimdi biz niye yaşadık ve sorumlusu kim diye sormayız.  Sorgulamayız, kurcalamayız, karıştırmayız. Başımıza iş almaktan korkarız. Ya da, vardır bunda da bir hayır, der geçeriz.

Evet, biz hep korkarız. Haklı olsak bile korkarız. Kovuluruz, dayak yeriz, aldatılır, alay edilir, horlanır, tokatlanır, öldürülürüz de gidip konuşmak, sebep olanların yakasına yapışmak yerine oturur üzülürüz, ah vah ederiz, yumruğumuzu sıkar, “Kaderim buymuş,” der ağlarız. Arabesk müziğin yaygın olduğu yerlerde son derece katı ve farklı boyutlarda bir kadercilik inancının da yaygın olması tabii ki tesadüf değildir.

Bizim halkımız, zorbalığa, adaletsizliğe ve haksızlığa çok hayıflanır da bunları asla politik eyleme, devlet veya kanunlar önünde hesap sorma mücadelesine dönüştüremez, korkar. Bu bakımdan siniktir halkımız. Sinik, riyakâr ve hem agresif hem de pasif bir toplumuz. En yakınlarımıza karşı agresifizdir, yiğitizdir (!) ama dışarıya karşı kuzu gibi! Bu kabul edilmiş çaresizlikten, bu kadercilikten dolayı mutsuzluğu, acıyı, hileyi, yüreğimizi parçalayan en büyük haksızlıkları, zalimlikleri bile mazoşist bir zevke, patolojik bir hazza dönüştürmüşüz, çünkü korkmuşuz. Fabrika işçimiz korkmuş. Memurumuz korkmuş. Kadınımız korkmuş. Köylümüz korkmuş. Yoksulumuz korkmuş. Babalar korkmuş. Çocuklar korkmuş. Ve umut nedir hiç bilmemişiz. O kadar hiçe sayılmış, o kadar insan yerine konulmamışız ki neyin umudunu besleyeceğimizi dahi bilmiyoruz. Çünkü yapabileceğimiz bir şeyin olmadığına inanmışız ya da bizi böyle inandırmışlar. İnsan için ne acı verici, ne kahredici bir şey bu! Dünyanın belki de en basit, en kolay ama aynı zamanda en sofistike, en komplike araçlarıyla susturulmuş, doğasındaki isyan ve karşı koyma içgüdüsü yok edilmiş uluslarıdır bu toprakların halkları. Sözde inançlı, mukavemetli ve mücadeleci insanlarızdır ama öyle mi gerçekten? Aksine hiçbir şeye inancı ve umudu kalmamış insanlarız biz. Adalete inancımız yok. Geleceğe inancımız yok. Bir gün her şeyin daha güzel olacağına, iyi ve adaletli bir dünyaya uyanacağımıza inancımız yok. İşte arabeskin doğduğu yer tam buralar.

Asla bir yurttaş veya vatandaş olamamış, olmak için kavgalar vermemiş toplumların miskinliğini, çaresizliğini yine karaktersizce, kişiliksizce dışa vurur arabesk. İsyânı ya da öfkesi asla doğru adreslere değildir. Korkaktır arabesk. Başına gelenlerin asıl sorumlusunu bal gibi de bilir ama güç ve iktidar odaklarına bir şey diyemez. Suçu muğlak ve nereye çeksen oraya gidecek bir kavram olan kadere atar. Hayatın kendisinde arar. Hatta başına gelenleri kabul eder. Çilecidir arabesk. Çileciliği de sessizce, âlicenapça değildir; ağlaktır, çığırtkandır. Acısını herkese duyurmak ister. Acısıyla herkesi etkilemek acısıyla herkesi büyülemek ister  ve arabesk, iğrenç bir şekilde en sonunda bir acı şovuna, acı gösterisine, acı şovu yaparak haz verme eğlencesine dönüşür.

Bu kaderci, yaşadığı olumsuzlukları ve kötü şeyleri, bilinmeyen güçler ya da akıl sır ermez dünya tarafından başına gelen bir şeymiş gibi gören, haksızlıkları talihsizlik veya kadersizlik sanan toplumlarda işsizliğe, iş cinayetlerine, kötü hayat koşullarına, kendinden zayıfı ezmeye, çevre katliamına, her türlü şiddet eylemine, iktidar baskılarına, sansüre ve adamcılığa karşı bir irade ortaya koymasını bekleyemeyiz. Bu toplumlar zamanla tuhaf ve ürkütücü bir evreye geçerler: Artık sadece seyirci kalan, sadece sessizce temaşa eden, izleyen duyarsız kitleler değillerdir; artık her türlü insani trajedilerden, her türlü haksızlık ve zorbalıklardan zevk duymaya başlamış, yarı baygın, yarı sarhoş bir evreye geçmişlerdir. İşte arabeske olan bağımlıca merakın temelinde bu vardır. Arabeski doğuran en birinci neden katı dini dogmalardır. Kadı dini dogmaları kendisine zırh yapmış otoriter devletlerdir.

Toplumsal muhalefetin bile gelip kendini başlı başına bir vahşet ve yıkım olan kadın cinayetlerinde ya da zeytin ağaçlarının sökülmesinde ifade etmeye çalışması hazindir. Bergen’in bu kadar çok izlenmesi hazindir. Türkiye’deki kültür ve eğlence trafiğinin bile hep nostalji ve eskiler fenomeni üzerinde yürümesi hazindir. İnsanların, bu sistemi ayakta tutan asıl mekaniği, bütün problemlerin gerisindeki asıl düzeneği sorgulamak yerine acılarına tutunması hazindir. Zehirli, pis bir soluk gibi toplumun içine yozlaşma, acı ve miskinlik üfleyen o büyük bataklığı bulup kurutmaya çalışmak varken olup biteni izlemekle, şiirini yazmakla, ağlayıp ah vah etmekle yetinen halkımızın durumu hazindir.

Önceki makale Düşüne düş katıyor seferi bir düğme
Sonraki makale Mağara Kitabesi

Mehmet Kabakçı

Edebiyat öğretmeniyim. İstanbul’da yaşıyorum. Öykülerim, denemelerim, yazılarım Lacivert, Öykü Gazetesi, Karabatak, Trendeki Yabancı gibi dergilerde ve çeşitli dijital mecralarda yayınlandı. Bir öyküm, 2021 Fakir Baykurt Öykü Yarışması’nda üçüncülük ödülü aldı. Sıklıkla okuyorum, kimi zaman da yazıyorum.

Toplamda - 1 yorum

Yeni bir yorum yaz
  • Öznur Unat
    9 Haziran 2022 saat 12:46 pm

    Güzel yazı. Teşekkürler.

  • BİR CEVAP BIRAK

    Görüntü açıklaması

    Güvenli alışveriş noktası

    Hızlı ve güvenli ödeme