Görüntü açıklaması

Ücretsiz Sevkiyat

Hızlı ve Ücretsiz Gönderin

Görüntü açıklaması

Çevrimiçi destek

Nihai ve 7/24 Destek

Görüntü açıklaması

3d Güvenli ödeme

Güvenli Çevrimiçi Ödeme

Hepsi Zamansızda

Mağazaya git

Defne Yaprağından Büyüteç

Eda Özdemir
17 Ağustos 2020
Image Description

 

“Sor bakalım Neriman teyzene bir istediği var mıymış pazardan?” dedi annem. Her defasında kendisinin sormayıp bana sordurmasına söylenerek, demir parmaklıklı camı tıklattım. Bunu, felçli komşusuna gönülden bir yardımdan ziyade, mahalleden kadınlarla toplanıldığında, “Her pazara gidişimde soruyorum inanır mısınız? Ama hiçbir şey aldırıp ettiği yok!” deyip, konu açmak, çayını yudumlarken komşuluk görevini yerine getirmiş, bir orta sınıf ev kadını olarak toplumsal kabul duygusunu tatmin etmek için yaptığını biliyordum.

Neriman teyze de mahalleli kadınların bu yardımlaşma gösterisinden fazlasıyla haberdardı; ondan mütevelli annem dâhil hiçbiri ile yakınlık kurmaz, mesafesini her zaman korurdu. Bir tek iki yıl önce mahalleye taşınan Gülfidan ablayı sever, ara sıra alışverişini onun yapmasına izin verirdi. Neriman teyzenin aksine mahalledeki kadınlar Gülfidan ablayı pek sevmezdi. Kocasından boşanmış, yaşadığı şehri arkasında bırakmış, İstanbul gibi bir şehre adım atmış, Eminönü’nde bir muhasebe bürosunda çalışıp, tek başına yaşayan bu kadın onlar içi fazlasıyla yabancıydı. Birkaç kez ev oturmasına çağırmışlar, olumsuz yanıt alınca da, esiri oldukları merakları öfkeleri ile hercümerç olmuştu.

Ben Neriman teyzeyi de, kimseye müdanası olmayan Gülfidan ablayı da çok seviyordum…

Pazara çıktığımız günlerden birinde, ezber ettiğim kelimeleri sıralarken, Neriman teyze birden elimi tutup, “Boş ver pazarı,” dedi; ” Bana gel bir gün tatlı kız, sana reyhan şerbeti yaparım.” Ezberimdeki kelimeler aklımdan uçup gitmiş, o korkuyla elimi hızla çekmiştim. Pazara giden yolda, avucumu açtığımda bir defne yaprağı gördüm. Neriman teyze avucuma bir defne yaprağı koymuştu. Gizlice cebime koyup, kimseye bir şey söylemedim…

Evdekilere bu durumu anlatsaydım, beni oraya göndermeyeceklerini, Neriman teyzenin bedensel engelinden ziyade, akli bir sorunu olduğuna iyice kani olacaklarına emindim; oysaki o hepsinden daha akıllı ve dürüsttü bana göre. Sevmediğini insanın yüzüne söylüyor, mahalledeki kadınlar gibi, sevgisizlik deryasında boğulurken etrafa can simidi gülücükler atmıyordu.

Her pazara gidişimde bir defne yaprağı daha bırakıyordu avucuma, öyle ki bu yapraklar aramızda bir dostluk nişanesi olmuştu.

Annemin mahalledeki kadınlarla Songül ablanın bebeğini görmeye gittiği bir öğleden sonra, bana verdiği tüm defne yapraklarını ceplerime doldurup, kapısını çaldım. Koridor boyunca ilerleyen tekerlekli sandalyesinin sesini duyuyor, saniyeler geçtikçe cesaretim kırılıyordu. Ondan geriye saymaya başladım; dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç… Üçte açıldı kapı. Sadece iki kalmıştı dedim, kendi sesim göğsüme gömük, sadece iki…

“Durma orda yavrum, gir içeri.” dedi; ses tonu akşamüstü serinliği gibiydi.

Loş salona adım attığımda, gözüme çarpan ilk masanın üstüne cebimdeki yaprakları boşalttım. Bu ani hareketime anlam veremeyen Neriman teyze bir kahkaha patlattı. “İlahi çocuk,” dedi; “Ne o öyle! Misketlerini al der gibi, seni oyunbozan.”

Ben bunları vermeye gelmiştim size dedim; açıkçası bana bunları niye verdiğinizi anlayamadım.

“Gel bakalım şöyle tatlı kız,” dedi;  “Ne bu öfke, bu çalımlı giriş, böyle öfkeli bir kız değilsin sen.”

Haklıydı, evine hesap sorar gibi girmiş, beni nazikçe davet etmiş bu yaşlı kadına kaba davranmıştım. Ne garip! İnsan, “değilim” dediği her şeyin toplamından ibaretti; demek ben de ona karşı beslenen ön yargılardan fark etmeden etkilenmiş ve ona öfke olarak boca etmiştim.

Haklısınız dedim, özür dilerim.  Beni birkaç hafta önce davet etmiştiniz, ancak gelebildim.

“Bak gördün mü,” dedi; “Sen akıllı bir kızsın, kimseni seni etkilemesine izin verme; Hoş geldin. Hah! Reyhan şerbeti, hemen getireyim de, sohbetimize eşlik etsin.”

O mutfakta reyhan şerbetini hazır ederken, ben de salona göz gezdirdim. Her yer kitap doluydu, bizim eve hiç benzemiyordu; sadece bizim değil, mahalledeki hiçbir eve benzemiyordu. Kitaplara öyle çok dalmıştım ki, sandalyenin eski parkede çıkardığı sesi duymamıştım.

“İstediğini alabilirsin,” dedi, başını kütüphanesine çevirip, “Sen de eminim güzel bir kütüphane kuracaksın zamanla…”

Hiç bu kadar çok kitabı bir arada görmemiştim dedim. Öğretmenimiz Zülfikar Bey, okumaya çok düşkündü; bizim de okumamızı ister, dönem başında almamız için, müfredattan ayrı kitaplar verirdi. Bazı aileler bu durumundan şikâyet eder, ek masraf olarak görür, almak istemezlerdi. O da dili döndüğünce açıklamaya çalışır, “Aman efendim,” derdi; “Çocuklarımız edebiyatla tanışsın ki ufku açılabilsin kanaatindeyim.”

Bazı arkadaşlarımın babaları, onun bu üslubuyla dalga geçerlerdi; ama babam geçmezdi. Hemen aybaşında kitapları topluca alır, vitrinin üçüncü gözüne koyardı. Annem bu durumdan pek haz etmez, salonun başköşesinden başka yer mi kalmadı diye söylenirdi. Bu dönem öğrendik ki Zülfikar hocamızı başka bir şehre göndermişler, sanırım artık bir süre kitaplığıma yeni bir kitap koymam imkânsız.

Tüm bunlar bendini yıkmış bir nehir gibi dökülüvermişti dilimden; o sıcak öğleden sonra, reyhan şerbeti, kitaplar, uçuşan perde, kendimi bambaşka bir evrende hissettirmişti…

 “O zaman tam yerine geldin, küçük kız,” dedi. “İstediğin kitabı hiç çekinmeden alabilirsin.”

 O yaz günü, on beş yaşımın tüm arada kalmışlığıyla, bir yandan yetişkinliğe hevesli, bir yandan hâlâ çocuk olmanın şımarıklığıyla,  tüm anlamlarıyla benden mutlusu yoktu…

Kalkmaya niyetlendiğimi anlayınca,  kütüphaneden Sevgi Soysal’ın Tante Rosa adlı kitabını alıp, ” Bu güzel günün anısına, küçük kız,” dedi, “Seveceksin, eminim; gene gel, son olmasını istemem.” Ben de istemem diye haykıracaktım ki kendimi tuttum. Elbette diyebildim, üst dudağımın kenarı mahcubiyetin resmi…

Zaman nasıl geçti hiç anlamamıştım; annem çoktan gelmiş olmalıydı. Kitap illa ki annemin dikkatini çekecek, kimden aldığımı soracaktı. Zülfikar hocam da gittiğinden onu adını veremezdim; su saatinin orda saklayıp, gece içeri almayı düşündüm; ama başına bir şey gelmesinden korktum. Her türlü sorgu suali atlatıp bir an önce okumak istiyordum.

“Nedir o koltuğunun altındaki?” dedi annem; alacaklı bakışları üstümde gezinirken. Kitap dedim, arkama saklayıp, gövdem siper…

“Kitap, kitap, kitap… Başka bir şey bilmezsin zaten.” dedi; bakışlarını önündeki el oyasına çevirip.

“Bugün seni sordu komşular, nerede senin kız dediler; bir güne bir gün benimle gel de, her defasında yerin dibine girmeyim. Nurten teyzenin Bade dört döndü ortalıkta, ay parçası gibi…  Ben gene uydurdum bir şeyler,” dedi; attığı ilmik boynuma dolandı…

Uydurmasaydın dedim, kelime bombardımanın arasından zar zor duyulan cılız sesimle, uydurmasaydın; sizden de günlerinizden de haz etmiyor deseydin.

Annemle giriştiğimiz kaçıncı kimlik kavgasıydı bu, sayısını ikimiz de unutmuştuk. Söylediklerimi ilk kez duyuyormuşçasına sinirleniyor, varoluşumu yok saymaya devam ediyordu.

“Git,” dedi; bedeninden daha yorgun öfkesini kanepeye bırakırken; “Git! Gözüm görmesin seni.”

Ben de bunu istiyordum; görünmez olmak ve okumak, okumak…

Tante  Rosa’yı bir gecede bitirdim. Susuzluğum dinmiş gibi hissettim; vahada su bulmuş gibi, merdivenlerden düşerken tırabzana tutunmuş gibi, boğazına takılan kılçığı güçlü bir öksürükle söküp atmış, derin bir soluk almış gibi…

Okumak aynı zamanda rahatsız ediciydi; o hararet dindikten sonra gelen demli düşünceler ağırlık yüklüyordu ruhuna, artık hiçbir şeyi eskisi gibi göremiyordun; ancak bir süre sonra o rahatsızlık tekrar damarlarında dolaşmaya başlıyordu. Nasıl bir çelişkiydi bu? Rahatsızlığın hazzını özlemek…

Neriman teyze bu rahatsızlığımı kamçılıyordu. Anneme türlü bahaneler bulup, boş kaldığım her fırsatta ona gidiyordum. Beni tanıştırdığı her bir yazar dünyamı aydınlatıyor; her günüm bir öncekinden ileride geçiyordu.

Yaz boyu, Sevgi Soysal, Erendiz Atasü, Nazlı Eray, İnci Aral ve Virgina Woolf okumuş, kafamdaki tüm soruları onun engin deryasında yüzdürmüştüm.

Okul açıldığında kitaplardan ve Neriman teyzeden uzakta kalmam içime kapanmama sebep olmuştu; odamdan nadiren çıkıyor, öyküler yazıyor, kadınlar yaratıyordum. Neriman teyze, “Kim ne der, nasıl karşılar diye düşünme, yalnızca yaz,” diyordu, “Tüm o sevdiğin kadınlar başkalarının çatal dilli sözlerine boyun eğseydi, hiç o kitaplar ortaya çıkar mıydı?”

Aylar yıllara yüzünü dönüyor ve ben onun bilgelik çeşmesinden kana kana içiyordum; öte yandan annemle aramızdaki uçurum gün geçtikçe büyüyordu. Kalkanlarımızı kaldırıp, kılıçlarımızı kuşanmaktan ikimizde yorulmuştuk… Olmamı istediği tüm o sıfatlar birbiri ardına ufalanıp gidiyordu içinde; vazgeçmişti… Bu vazgeçişi bir tür yakınlaşma olarak algılamış, Neriman teyze ile paylaşmıştım; ama bu yakınlaştıran bir vazgeçiş değil, aksine balonun ipini tutmaktan yorulmuş bir çocuğun isteksizce onu gökyüzüne salması gibi bir vazgeçişti…

Yaşıtlarımın birer ikişer kısmeti çıkıyor;  adım atacakları yuvalarının hayalini kuruyorlardı. Benim hayalim ise, edebiyat fakültesini kazanıp, edebiyat öğretmeni olmaktı. Belki ben de Neriman teyzenin bana yaptığı gibi, ışığı içinde sönüp giderse yazık olacak gençlerin hayatına edebiyat büyüsü ile dokunabilir; rahatsızlığın hazzını içlerine koyabilirdim.

Neriman teyze, neredeyse bir odasını benim ders çalışmam için ayırmıştı; evde ders çalışamama üzülüyor, odama gelip, masamın üzerine reyhan şerbetini bırakırken, saçımı okşayıp benimle gurur duyduğunu söylüyordu. “Annen de seni anlayacak,” diyordu, bakışlarındaki şefkat ruhumu okşarken, ” O da benim gibi gurur duyacak seninle.”

Ailem, Neriman teyzenin hayatımın bu kadar içinde olmasına artık alışmıştı. Annem, “Şaşırmadım,” demişti bir keresinde, “Mahallenin meczubu, yanında yeni bir meczup yetiştiriyor.”

Annemin gözünde meczup olmaktan memnundum, ama gene de bunları Neriman teyzeye anlatmadım. Aylar yıllara eklendikçe, Neriman teyzeye daha bir ihtimam gösteriyor; kuşun kanadından sakınıyordum. Benim yolumu açan, ışık olan, içimdeki okuma aşkını bir cevher gibi işleyen Neriman teyze, evine ilk geldiğim günkü gibi dinç ve hazırcevap değildi artık. Birçok şeyi unutuyor, bazen bana başka başka isimlerle seslendiği oluyordu. On beş yaşımda ben onun elinde narin bir telkâri iken, on sekiz yaşımda artık o benim için nadide bir kristaldi; ancak ışığa tutulursa o eşsiz camların çizgileri arasındaki ışıkları bahşediyordu, aksi takdirde tekerlekli sandalyesinde karanlığa meylediyordu. Ben ve Gülfidan ablam onu yalnız bırakmamaya gayret gösteriyorduk…

Günler geçtikçe içimdeki heyecan büyüyor, zaman zaman endişe ile kol kola girip, beni içinden çıkılmaz sıkıntılara sürüklüyordu. Neriman teyze, “Hayat bu sınavdan ibaret değil, sadece bir tanesi ve belki de en kolayı,” dese de, eğer edebiyat fakültesini kazanamazsam savunduğum her şeyi ve onun emeklerini anlamsızlığa sürükleyeceğimi hissediyordum.

Endişemin beni teslim aldığı, çalışmak istemediğim zamanlarda, Neriman teyzeye sahanlıkta kitap okuyor, okuduğum kitaplara eskisi gibi iştirak etmeyişine üzülüyordum. Başka bir manzaranın içindeydi sanki gördükleri ve duydukları buralara ait değildi.

Sınav günü beni de şaşırtan bir ruh hali ile gayet kendinden emin bir şekilde sınava girdim. “Bilgiye güven,” demişti Neriman teyze bir gün önce, “Bilgiye güven ve devam et.”

Devam etmek onun için vazgeçmemekti; şuursuz bir inattan ziyade kararlı bir “nehir” gibi devam etmekti. Ben de kararlı bir nehirdim ve dökülmem gereken yeri iyi bellemiştim…

Yaz tüm ağırlığıyla üstümüze çökmüştü; sınav geçip gitmiş, babam basiretsiz bir merakla nasıl geçtiğini, ne okumak istediğimi sormuş, annem ise tümden yok saymıştı. Elinden gelse beni de yok sayacaktı ama kanlı canlı, varoluşuna tüm tersliğimle karşısındaydım; öyle ki ondan doğma ama ondan olma değildim. Doğmak ve olmak bambaşka şeylerdi. Ben Neriman teyzemdendim; ondan doğmamıştım ama ondan olmuştum. Beni “ol”duran oydu…

Ona duyduğum minnet, beni daha çok şevklendiriyor; hayallerimin başköşesini onu daha da gururlandıracak mertebeler süslüyordu. Kendim gibi gençlerin her birinin eline birer büyüteç verip, evlerinin camından görüp, küçücük bir çıkmaz sokaktan ibaret sandıkları dünyanın ne kadar büyük olduğunu göstermek istiyordum. Bunu da ancak kitaplarla sağlayabilirdim. Neriman teyzenin bana verdiği her bir kitap, benim çıkmaz sokağıma tuttuğum bir büyüteçti. Sokağın sonundaki yolu küçük de olsa görüp, büyütebilmem, geniş caddelere çıkabilmem için bir araçtı…

Günler korkak bir heyecanla geçmiş, yaz derin bir sessizlikte akıp gitmiş, sınav sonuçlarının açıklanacağı gün gelip çatmıştı. Sabah çok erken uyanmış, gece boyu gördüğüm karanlık rüyaları hayra yormuş, saatleri kovalayan dakikaları dışarıdan belli etmediğim çılgınca bir korkuyla sayıyordum. Evdeki sessizliğin, içimdeki gürültü ile yarattığı tezatlık canımı yakıyor, hiç değilse bugün heyecanım gözle görülür bir hâl alsın, aramızda dolaşsın, telkin edici sözlerle avutulsun istiyor, akabinde bu nafile istekten çabucak vazgeçiyordum.

Gülfidan abla beni bakkal Nuri’nin köşesinde bekliyordu. Onunla birlikte Muhtar Cemal’e gidecek, onun bilgisayarından sınav sonucuma bakacaktık.

Edebiyat fakültesi yazısının yanında adımı okumayı o kadar uzun zaman hayal etmiştim ki, çıplak bir ışıkla gözüme değdiğinde donup kaldım. Gülfidan abla sevinç çığlıkları atarken, ben hıçkırarak ağlamak istiyordum. Size rağmen başardım diyeceklerimin çokluğu, sen olmasaydın başaramazdım diyeceğim bir kişinin yanında önemsizdi artık. Bir an evvel ona koşmak, gözyaşlarımı onun kucağında bırakmak, her geçen gün unuttuklarının arasına girmeye bir adım daha yaklaşıyorken başardığımızı söylemek istiyordum.

Yokuşu tek nefeste çıkmış, bizim evin önünden geçerken adımlarımı hızlandırmıştım. Kapıyı ısrarla çalıyor, Neriman teyzeyi korkutmamak için Gülfidan ablayla basmaya imtina ettiğimiz zile tüm gücümle yükleniyordum. Buna karşın sandalyesinin kulaklarımda mühürlü sesini duyamıyordum. Sevincim yerini endişeye bırakmış, onun akıtamadığı gözyaşlarımı, korkum bir çırpıda serbest bırakmıştı.

Merdivenlere çaresizce çöktüm; karanlığa gömülen apartmanda kendi nefesimden ve apartmanın kedisi Duman’ın çıkardığı hırıltıdan başka bir şey duymuyordum. Neriman teyzem yoktu, yokluğu karanlık demekti ve ben gerçek manasıyla karanlıkta kalmıştım. Bir ışık yanıp, karanlığı üstümden alınca, kapı açıldı sandım; gelen Gülfidan ablaydı. Elimden tutup, beni bahçeye indirdi; ellerim avucunda, kelimelerin yükü omuzlarındaydı.

Neriman teyzenin durumunun dün gece kötüye gittiğini, yeğeni Mukaddes’in İzmir’ den geldiğini, Neriman teyzenin beni görmeden gitmek istemediğini ancak durumu daha da kötüleşince, onu dinlemeyip apar topar götürdüğünü söyledi. Uzun bir soluk verdi, cümleleri bitince; uzun bir soluk aldım, cümleme başlamadan…

Ama söyleyemedim dedim, edebiyat fakültesini kazandığımı ona söyleyemedim. “Onun şüphesi yoktu,” dedi. “Bazı insanlar seni senden iyi bilir, değil mi ama?”, “Sana verdiği defne yapraklarının manası gibi…”

Sahi evine geldiğim ilk gün, şaşkın bir öfkeyle masasına bıraktığım defne yapraklarının manasını sormak bunca yıl hiç aklıma gelmemişti, neden vermişti bana onları, ne anlatmak istemişti? Görüyorsun değil mi Gülfidan abla dedim, ne beyhude sorular soruyorum, o artık yok… Yüzümdeki boşlukta acıyla uçuşan soruları gören Gülfidan abla, ellerini ısınan avuçlarımdan çekip, kucağıma bir kese bıraktı. Bunlar o defne yapraklarıydı… Neriman teyze bunca yıl saklamıştı.

“Defne ağacı, dört mevsim yapraklarını dökmeyen tek ağaçtır,” dedi. “Neriman teyze, hayatın önüne çıkaracağı zorluklara karşı tüm yapraklarından güç alıp, yoluna devam edeceğini biliyordu.”

Bir kısmı ufalanmış, bir kısmı ufalanmaya yüz tutmuş defne yapraklarını yüzüme sürdüm; parmaklarımın arasına dolan, altın tozlarından farksız tozlarını esen rüzgâra üfledim. Tamamlanmıştım…  Benim için, benden habersiz yapılan gaipten planlar, çıkmaz sokağımı güneşli caddelere çıkarmıştı. Keseyi göğsüme bastırıp, yürümeye başladım. Yüzümdeki ilahi tebessümü fark eden Gülfidan abla, arkamdan bağırdı. “Defne yaprağı ayrıca güneş ve zafer demeeek…”

Önceki makale Sinekler
Sonraki makale Reyhan Şerbeti

Eda Özdemir

Eda Özdemir, 17.04.1979’da İstanbul’da doğdu. Bursa Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü mezunudur. Naile’nin Çığlığı adlı öyküsü Kadın Yazarlar DerneğininKonuşamadıklarımız temalı 2020 öykü seçkisine kabul edildi. Okumayı öğrenmenin hayattaki en büyük devrimlerden biri olduğuna, Dostoyevski’nin, Virginia Woolf’un ve Tezer Özlü’nün bu dünyadan olmadığına inanıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Görüntü açıklaması

Güvenli alışveriş noktası

Hızlı ve güvenli ödeme