Görüntü açıklaması

Ücretsiz Sevkiyat

Hızlı ve Ücretsiz Gönderin

Görüntü açıklaması

Çevrimiçi destek

Nihai ve 7/24 Destek

Görüntü açıklaması

3d Güvenli ödeme

Güvenli Çevrimiçi Ödeme

Hepsi Zamansızda

Mağazaya git

Edebiyatımızdaki Dalkavukluk ve Eleştiri Korkusu

Mehmet Kabakçı
20 Şubat 2022
Image Description

Bugün, Türk edebiyatında büyük bir problem var; eleştiri! Dergi desen tonla, öykü desen sürüsüne bereket. Her sene binden fazla yerli roman ve öykü kitabı çıkıyor. Dergilerde, gazetelerde, online mecralarda sürekli kitap değerlendirmeleri çıkıyor. İyi değil mi? İyi de bakıyorsun herkes utanç verici bir kişiliksizlikle hep birbirlerini övme, yüceltme, bir yolunu bulup, bir ucundan tutup muhatabını alkışlama yarışında. Kitap analizleri adeta bir reklam veya propaganda metinleri gibi. Kitabı çıkmış bir isimle yapılan söyleşileri, röportajları okuyorum, başkası adına utanma sendromu denilen o tuhaf, ikircikli duyguyu yaşıyorum. Öyle çanak sorular, öyle abartılı ve gereksiz methiyeler, öyle pışpışlayıcı ifadeler var ki şaşırıp kalıyorum. Büyük büyük, koca koca laflar havada uçuşuyor. Filanca daha ilk kitabı olmasına rağmen sözcükleri büyük bir ustalıkla kullanıyor! Falanca atmosfer yaratma konusunda inanılmaz başarılı! M’nin su gibi akan, sürükleyici bir dili var! (Sanki bu çok matah bir şeymiş gibi) S, okuyucuyla çok özel bir bağ kuruyor! Ve şu artık bıktıran klişe; edebiyatımız yeni bir Sait Faik kazandı! Yeni bir Yaşar Kemal doğuyor! Daha bir ton gürültü, şakşakçılık, bitip tükenmek bilmeyen methüsenalar, bir veliyullahtan, resûlden, bin yılda bir gelen mücedidden söz ediyormuş gibi ölçüsüzce ululamalar! 

Biz niye böyleyiz? Bu yaltaklanma, göndere çekme, bu hamaset ve dalkavukluk niye? 

Bir kere insan iki kitap çıkardı diye kendisine hemen yazar demekten utanmalı. Utanmasa bile sakınmalı bundan. Yazmak, eğer nadiren dünyamızı ziyarete gelen o yaratılış harikası dehalardan biri değilseniz, menzili uzun ve zahmetli bir yolculuktur. Bu yolculuğun sona erdiği bir varış noktası, zirvesi, son durağı da yoktur. Yazmak, neredeyse ömür boyu sürecek bir keşif gezisi, egzersiz ve maden işçiliğidir. Onlarca kitabınız da basılsa, yüzlerce yazı da yayımlamış olsanız her durumda ve koşulda yazmak, övünülmeyi gerektiren bir zafer, başarı değil; savunma veya defans siperlerinden kafanızı kaldırıp da saldırıya geçemediğiniz bir tür sinik çatışmadır. Yazmak esasen çoğu durumda insanın yazdıklarıyla yüzleşmekten kaçındığı, yazdıktan sonra anlatılanların önemsizleşiverdiği bir tür katarsistir. Yazmak benliği teşhir etmektir. Bana sorarsanız öyle onur duyulacak soylu bir şey de değildir.

Ayrıca yazıda orijinalliğe, belirli bir özgünlüğe ve lezzete ulaşabilmek bir dikiş iğnesiyle tünel açmaya çalışmak kadar zor ve deli işidir. Hal böyleyken bakıyorsun bazı kimseler sanki analarının rahminden beri bekledikleri an gelmiş gibi birkaç yazısı yayımlandı diye, bir iki kitabı basıldı diye hemen isminin yanına yöresine bir yazar çıkartması yapıştırıveriyorlar. Üstelik biz biliyoruz ki, herhangi bir yayınevi etiketiyle kitap çıkarmak Türkiye’de son derece netameli bir süreci de beraberinde getiriyor. Yalan mı? Ortada böyle bir gerçek de varken bakıyorsunuz falanca kişi bir öykü kitabı veya romanı çıktı diye sanki dünya edebiyatına mâl olmuş bir yazarmış gibi tuhaf triplere giriyor.  Nedir bu bayağılık? Bu çocukça acele, bu şımarıklık nedir? 

Çünkü bu balonları kimse ipinden tutup da şöyle bir aşağıya çekmiyor. Hele dur, öyle hemen havalanıp uçma demiyor. Bilakis şişirmek daha çok şişirmek için üfledikçe üflüyoruz. Sonunda edebiyat diye, kurmaca diye, şiir diye, birbirinden niteliksiz kitaplara, hiçbir heyecan ve ilham yaratamayan metinlere, artık bıkkınlık veren birbirinin aynısı cümlelere, bayat benzetmelere ve ancak çöp kutusuna atmak amacıyla bir günlük sayfasına gelişigüzel karalanmış gibi duran iç dökmelere, sızlanmalara, hayatın gündelik serzenişlerine maruz kalıyoruz. Bir stil yok, orijinallik yok, alışkanlıklarımızı dürten, beynimizi çimdikleyen zekice mimarisi olan hiçbir şey yok.

Eleştirmekten de korkuyoruz, eleştirel cümlelerden de korkuyoruz. Ödümüz kopuyor adeta. Edebiyatımız bu nedenle alabildiğince yavan, sığ ve sığıntı. Peki bizde eleştiri bir tür ve mevzi olarak niye gelişmedi?  Sorulması gereken esas soru bu. Niye biliyor musunuz? Çünkü biz toplum olarak açık sözlülüğü sevmiyoruz. Hatta açık sözlülüğü kabalık ve hakaret sayıyoruz. Çünkü biz, bütün bir toplum olarak kompleksliyiz. Özgüven denilen o uygarca his hiçbirimizde yok. Her türlü köylülüğümüze ve kaba saba tavırlarımıza karşın tuhaf bir biçimde narin ve kırılgan insanlarız. Eleştiriyi alıp dinleyecek kültür metanet ve profesyonellik yok bizde. Birbirimizi iyi tanıdığımız ve hepimiz hemen hemen aynı kumaştan insanlar olduğumuz için de karşımızdakini eleştirmeye korkuyoruz. Eleştiri kişisel görülüyor, gerilim yaratıyor, tansiyonu yükseltiyor ve sinirlendiriyor. Eh böylesine kaprisli bir topluluğun içinde edebiyat gelişir mi? İyi edebiyat çıkar mı? Üflesen uçuyoruz, dokunsan kanıyoruz, koklasan soluyoruz! 

Velhâsıl edebiyatımızda kimse kimseyi âşikar bir şekilde, profesyonelce eleştiremediği için bugün yazın dünyamız alabildiğine yoz, zevksiz, vasat ve umutsuz. Bu doğal olarak yarın eline kalem alacak okuru da yozlaştırıyor. İşte böyle fasit bir döngüye sıkışmış kalmış durumdayız. Okurlar vasatlığa mahkûm. Kitap yayımlayanlar her ortamda övülmek istiyor. Hiç sıkılmadan, utanmadan, öfkelenmeden ha babam o harcıâlem laflarla başlarının sıvazlanmasını istiyorlar. Kimse kimseyi uluorta incitmek istemiyor. Herkes herkesi şaklabanlar gibi övüyor. Kimsenin bizi bir adım öteye taşımak, bilinmez ufukları işaret etmek gibi bir derdi, çabası yok. Herkes birbirinin yüzüne karşı abla, abi, hocam, üstad, canım, tatlım çekiyor. Az uzaklaşınca da başlıyorlar birbirlerine lümpence sallamaya. İşte edebiyat dünyamızın hâli pürmelali bu

Eleştiri hakaret etmek değildir. Küçük düşürmek değildir. Eleştiri ortaya çıkmış bir ürüne karşı kayıtsız kalmamaktır. Duyarlılıktır, ilgidir. Eleştiriden korkmak, eleştiriyi kişiselleştirmek, yazdıklarımızın değerine inanmadığımızı gösterir. Eleştiri getiren kişinin niyetini okumak; senin maksadın üzüm yemek değil, senin niyetin başka, sen yapmak değil yıkmak istiyorsun gibi tepkiler vermek küçüklüktür, özgüvensizliktir. Yapıcı eleştiri dedikleri şey tam bir saçmalıktır. Eleştiri yıkıcı da olabilir, sanatçının inşa ettiği yapıya merhametsizce saldırabilir. Eleştirenin argümanları ne kadar öznel olursa olsun şayet insanların kafasını karıştırabilecek kadar zekice ve çeldiriciligi sağlamsa bu yıkıcılık ilerlemeyi doğurur ve beğeni, takdir, zevk çıtalarını bir bar yükseğe taşır. Olması gereken de bu değil midir? 

Eleştiri getiren kişiye, “çık sen daha iyisini yap da görelim,” demek de safsatadır, çiğliktir, amatörlüktür. Kimse eleştirdiği eserin daha iyisini, daha mükemmelini yapmak veya bilmek zorunda değildir. Eleştiri bir ifade özgürlüğüdür ve belirli süreçlerden geçilerek hak edilen bir mevki, statü, ayrıcalık değil; insanların doğar doğmaz beraberinde getirdikleri kendinden şeydir. Daha iyi, daha ünlü, daha kıdemli bir aşçı değil diye kimsenin bir yemeğin lezzeti hakkında görüş bildirmesi ayıplanabilir mi? O kişiye sen ne anlarsın yemekten diyebilir miyiz? Eleştiri haklı olmak zorunda değildir. Eleştiri haklı olduğu anlamına da gelmez. Eleştiri daha ileriye, farklıya, çeşitliliğe kapı aralar. Eleştiri bir sorumluluktur. Alkış yozlaştırır.

Kimse ama kimse eleştirilmez değildir. Her eser zayıftır. Truman Capote bir yerde: “Yazdıklarımı dönüp okumam, okuyamam, çünkü iyi yazdığıma ne kadar inanmış olursam olayım onları bir daha okuyunca bundan çok daha iyisini yapabilir mişim diyorum.” der. Hiç kimsenin eseri veya ürünü eleştirilemezlik mertebesinde değildir. Yeri gelir bir lise öğrencisi bile bir kitap veya roman hakkında son derece zekice, ezber bozucu bakış açısı gösterebilir bize. Eleştirmen kalelerde, şatolarda oturan herkesin saygı duyduğu kelli felli isimler olmak zorunda da değildir.  Bu kurumsallaşma ve bürokrasi iyi edebiyatın en büyük düşmanıdır. Ülkemizde olan da ne yazık ki budur.

Başa dönüp bitirelim. Bugün Türk edebiyatında eleştiri diye bir şeyden söz etmek olanaksız. Edebiyatçılar, yazarlar, editörler, yayınevi yetkilileri, dostlar sağırlar, birbirini ağırlar, havasında kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. Maskeli balo! Okurların da bu niteliksiz, yavan ve bayat edebiyata maruz kalmaktan beğeni ölçütleri yerlerde sürünüyor. Hiçbir zekâ parıltısı göstermeyen kitaplar baş tacı ediliyor. Her yerde aynı isimlerin, aynı babaların, ablaların, ağabeylerin posterini görmekten bıktık! Edebiyat denilince belli başlı isimlerin birer tabu gibi, ayet gibi, peygamber gibi dillerde dolaşıp durmasından bıktık! Bu muhafazakâr, dogmatik düzen yıkılmalı. İnsanları ikiyüzlü ve sünepe birer şakşakçı olmaya zorlayan bu hiyerarşi, bürokrasi ve atalar, duayenler, üstadlar, hocalar, ağabeyler, ablalar saltanatı son bulmalı. Yoksa edebiyatımız daha yıllarca bir adım öteye gidemeyecek. Yoksa bu çürümüş ve hiçbir otantik ürünün yeşermediği bayık hava asla değişmeyecek. Yoksa yaratıcı yıkıcılığın o devrimci, özgürleştirici rüzgârı asla Türk edebiyatına uğramayacak. 

Önceki makale Kulunçka
Sonraki makale Misafir Geldik Misafir Gideceğiz

Mehmet Kabakçı

Edebiyat öğretmeniyim. İstanbul’da yaşıyorum. Öykülerim, denemelerim, yazılarım Lacivert, Öykü Gazetesi, Karabatak, Trendeki Yabancı gibi dergilerde ve çeşitli dijital mecralarda yayınlandı. Bir öyküm, 2021 Fakir Baykurt Öykü Yarışması’nda üçüncülük ödülü aldı. Sıklıkla okuyorum, kimi zaman da yazıyorum.

BİR CEVAP BIRAK

Görüntü açıklaması

Güvenli alışveriş noktası

Hızlı ve güvenli ödeme